Rıza Şah'ın, Musaddık'ın,
Humeyni'nin İran'ı
Ayşe Hür
05/04/2015
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/riza-sahin-musaddikin-humeyninin-irani-1328302/
ABD, Britanya, Fransa,
Çin ve Rusya ve Almanya ile İran arasında İsviçre'nin Lozan şehrinde 9 gündür
aralıksız yürütülen 'nükleer müzarekeleri'nde uzlaşmaya varıldı. İranlılar
sokaklara çıkarak anlaşmayı kutladılar. Bu vesileyle İran'ın 1920'li yıllardan
beri geçirdiği dönüşüme bakalım
29 Kasım 2011 günü, İran’ın başkenti
Tahran’da devlet televizyonu kameramanlarının eşliğinde, “Britanya’ya ölüm”
haykırışları ile Britanya’nın Tahran Büyükelçiliği’ni basan göstericiler
elçilik binasındaki İngiliz bayrağını indirip yaktıktan sonra yerine İran
bayrağını dikmişlerdi. Elçilik çalışanlarını olaylara ancak yarım saat sonra
müdahale eden polis zor kurtarmıştı. İran’ın Britanya ile (aslında Batı’yla)
köprüleri atmasına neden olan ise, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun
İran’ın nükleer silah geliştirmiş olabileceğine ilişkin kararının ardından
Britanya’nın İran’a yaptırım kararları almasıydı. Aradan geçen dört yılda
köprülerin altından çok sular aktı ve geçtiğimiz günlerde ABD, Britanya,
Fransa, Çin ve Rusya ve Almanya ile İran arasında İsviçre’nin Lozan şehrinde 9
gündür aralıksız yürütülen ‘nükleer müzarekeleri’nde uzlaşmaya varıldığı
açıklandı. Bu sefer de Tahran’da sevinç gösterileri yapan İranlıları izledik
televizyonlarda. İran halkı kadar olmasa da başta Avrupa ve ABD olmak üzere pek
çok ülkenin aklı başında, barışçı insanları anlaşmaya sevindiler. İranlıların
da, bölge halklarının da, dünya halklarının da sevinci daim olsun diyor, bu
vesileyle İran-Türkiye ilişkilerinin özet tarihçesini geçiyorum.
Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’da
Milli Mücadele’ye başladıkları sırada, İran’da şunlar oluyordu: 140 yıldır
ülkeyi yöneten Kaçar hanedanı Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki İngiliz ve Rus
askerlerinin işgal hareketlerini takiben iyice zayıflamış; ulema ve ordu
saflarında yönetimde değişim talepleri ile hareketlenme iyice artmıştı. Değişim
beklentisini eyleme dönüştürmek için en uygun durumdaki unsurlardan birisi
ülkenin tek düzenli ordu birimi olan Kazak Tugayı idi. Tugay’ın sivrilen
komutanlarından Rıza Han yanına siyasetin etkili düşünürlerinin desteğini aldı.
İngilizlerin de teşvikiyle 21 Şubat 1921’de 1200 kişilik birliği ile Tahran’ın
kontrolünü ele geçirdi. 26 Ekim 1923’te bir adım daha atarak yönetimi tümüyle
eline aldı. İki yıl sonra Avrupa'da tedavi gören ve çağrılara rağmen İran’a dönmeyen
Kaçar Hanedanı’nın son üyesi Ahmed Şah’ı tahttan indirdi. Rıza Han, kendisine
Osmanlıları devirmiş olan Mustafa Kemal’i örnek alıyordu. Atatürk
cumhuriyetçiydi, Rıza Han da modern bir devlet başkanının olması gerektiği gibi
cumhuriyetçi bir başkan olmak istiyordu; ama ulema, ‘Hayır!’ dedi, ‘İslam
devletlerinin monarşi olması gerekir’ dedi. Bu nedenle de 1925’te Pehlevi
hanedanı adına Şah Rıza aynen Fransa’da Napolyon’un yaptığı gibi kendi
kendisini tahta çıkarmak zorunda kaldı. Rıza Şah, krallık yeminini 15 Aralık
1925’te etti ama tacını ancak 25 Nisan 1926’da giyebildi. Sadece 3 yıl önce
Lozan’la kuruluşunu resmileştirmiş Türkiye, Şah’ın cülus törenine bir telgraf
göndermekle yetinmeyip, değerli bir kılıçla, iki Junker savaş uçağı hediye
etmişti. Türk havacıların bu uçaklarla yaptıkları gösteriler Tahran halkını
büyülemişti.
RIZA ŞAH’IN KÜRDİSTAN ENDİŞESİ
Türkiye’nin bu sıcak ilgisinin altında,
1921’den itibaren Ankara hükümetiyle Tahran arasında çeşitli nedenlerle yaşanan
gerilimlerin izini silmek arzusu yatıyordu. Gerilim yaratan konuların başında
iki ülkedeki Kürtler geliyordu. Rıza Şah, Ağustos 1925’te Tahran’a gittiği
halde, ancak Ocak 1926’da resmen göreve başlayabilen Türkiye’nin Tahran
Büyükelçisi Memduh Şevket (Esendal)’a şöyle demişti: “Bundan üç sene evvel bir
defa İngiliz Sefiri bana dedi ki ‘Türkler kendi himayelerinde müstakil bir
Kürdistan yapmak istiyorlar, buna İran Kürdistan’ını da ilave ediyorlar. Bu
suretle Kürdistan’ı ilhak etmiş olacaklar, sen bu hususta ne fikirdesin?’ Ben
de cevaben dedim ki: ‘Ben, Türkiye Kürdistan’ını bilemem; fakat İran
Kürdistan’ını da veremem. Benim başımı kesmelidir ki bunu her ne nam altında
olur ise olsun vermeye razı olabileyim’...”
Şah, daha önce de, Türkiye’nin Tahran Ataşemiliteri Binbaşı Hüsamettin (Tugaç)’a
şunları söylemişti: “Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İran Azerbaycan’ında gözü
vardır (…) Azerbaycan halkı Türktür. Türkiye bunu ihmal edemez. Vakıa şimdiki
Türkiye böyle bir politika gütmüyor. Mustafa Kemal Paşa çok akıllı bir zattır.
Fakat kendisinden sonra Türkiye yine İttihat-ı Terakki hükümetinin siyasetini
benimseyebilir. Görüyorum ki demiryolu inşaatınız iki koldan Azerbaycan’a doğru
yönelmiştir. Gerektir ki, Türkiye er geç Azerbaycan’ı alsın.”
Rıza Şah, Sovyet Devrimi’nden sonra Kafkasya’nın değişik bölgelerinden
Türkiye’ye sığınan (başta Mehmet Emin Resulzade olmak üzere) Azeri
milliyetçileri ve bunların Türkiye’de yayımladığı Yeni Türkistan, Odlu Yurt,
Yeni Kafkasya ve Azeri Türk gibi dergiler yüzünden de, Türkiye’nin İran’ın
Azerbaycan bölgesiyle ilgili yayılmacı emelleri olduğundan
kuşkulanıyordu.
AĞRI İSYANI VE BAHAR HAVASININ SONU
Türkiye ise İran’ın Kürt politikasından
memnun değildi; çünkü Rıza Şah, Mondros Mütarekesi sonrası Türk-İran sınır
bölgelerinde hâkimiyet kurmuş olan Kürt aşiret reisi İsmail Ağa Simko’nun
İran’a dönmesine izin vermişti. Gerçi, 1926’da tekrar isyan eden Simko,
başarısız olup Irak’a sığınmıştı ama Türkiye’nin kulağına kar suyu kaçmıştı bir
kere.
Türkiye’nin İran kaynaklı transit mallara vergi koyması gibi ekonomik baskılar
sonuç verdi ve Türkiye ile İran arasında Nisan 1926’da bir Tarafsızlık ve
Saldırmazlık Antlaşması imzalandı. Antlaşma, 1925’te SSCB ile Türkiye arasında
imzalanan antlaşmaya benziyordu. Temmuz ayında Rıza Şah’ın sağ kolu Timurtaş
ile Memduh Şevket (Esendal) Moskova’ya gittiler. Beklenen üçlü antlaşma çıkmadı
ama Timurtaş Ankara’ya gelip 15 gün kaldı. Fakat bu bahar havası çok sürmedi.
1926-1930 arasında, Ağrı İsyanı sırasında iki ülke arasında bazı gerilimler
yaşandı. (İsyanla ilgili geniş bilgi için
tıklayın)
RIZA ŞAH’IN TÜRKİYE ZİYARETİ
1932’nin ilk günlerinde bizzat Mustafa Kemal tarafından Ağrı Dağı’nın İran’da
kalan kısmı karşılığında toprak önerildi. 23 Ocak 1932’de imzalanan antlaşma
ile, Maku-Beyazıt yolunun sınırı kestiği noktadaki Kotur ve Bazirgân’ı kapsayan
toprak karşılığında, Ağrı Dağı’nın tamamının Türkiye sınırları içine alınması
sağlandı.
Aynı yıl Şah’ın tanışma isteği Mustafa Kemal’e iletildiğinde, Gazi, Tahran
Büyükelçisi aracılığıyla kendisinin de Şah ile tanışmak istediğini, ancak o
sıralarda seyahat etme imkânı olmadığını söylemişti. Şah kendini şu samimi
itirafıyla davet ettirecekti: “Sabırlı bir adam olduğum malumdur. Fakat iki
şeyde sabrım kalmamıştır. Biri Avrupa’daki oğlumu görmek, diğeri dostum sevgili
Gazi Hazretleri ile buluşmak ve tanışmak. Bunun için kararım on sekiz ay kadar
sonra, yani gelecek yaz doğruca Ankara’ya giderek evvela Türkiye Reisicumhuru
Gazi Hazretleri’ne resmî ziyaret yapmak, ondan sonra hususi bir şekilde
İsviçre’deki oğlumu görmektir. Başka hiçbir ecnebi devlete resmî ziyaret
yapacak değilim.”
1928’te ağırlanan Afgan Kralı Emanullah
Han ve 1931’de ağırlanan Irak Kralı Faysal’dan sonra Türkiye’nin İslam
dünyasından gelen üçüncü misafiri olan Rıza Şah Pehlevi’nin, 16 Haziran 1934’te
başlayan 27 günlük gezisi, Türkiye-İran ilişkilerinde sıcak bir dönemi
başlatacaktı. (Bu gezi ile ilgili yazımı okumak için
tıklayın)
(Atatürk, Rıza Şah ve İnönü, Haziran
1934)
İkinci Dünya Savaşı’na gelirken, Rıza
Şah ve İran resmen tarafsızdı ama İngilizlerle Ruslar onu, Nazilere sempati
beslemekle suçluyordu. Halbuki Rıza Şah da aynen İsmet İnönü gibi bir ‘denge
oyunu’ oynuyordu. Görünen o ki, İran Türkiye kadar başarılı olamadı. Şah’ın
Alman sempatizanlığı göze batacak kadar belirgin oldu ve Ruslarla İngilizler
elele vererek ülkeyi 1941’de işgal ettiler. Rıza Şah’ın gitmesi gerekiyordu.
İngiliz ve Rus askerleri ülkeyi işgal ederken ona, İngiliz başbakanı
Churchill’in deyimiyle ‘onurlu bir çıkış yolu’ sundular; tahtı genç oğluna
(onun da adı Rıza idi) bırakmak. Rıza Şah Kanada’ya gitmek istediyse de
İngilizler tarafından önce Mauritius’a, oradan da Johannesburg’a gönderildi.
1944’de orada öldü.
‘SİYAH ALTIN’ SİYASETİ
Tahtın yeni sahibi Rıza Şah Pehlevi’nin
ilk yılları İran’la Batı arasındaki ilişkiler esas olarak ‘siyah altın’ petrol
etrafında şekillendi. Dolayısıyla Anglo-İran Petrol Şirketi, ülkenin kaderinde
giderek daha etkili bir noktaya geldi. İranlılar ile şirket arasında petrol
gelirlerinin nasıl paylaşacağı konusundaki tartışmalar bu yıllarda yoğunlaşmaya
başladı. Bu konuda İranlıların önünde bir de örnek vardı. 1944’te Suudi
Arabistan’a giren Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) petrolün yüzde 50’sinin
çıkarıldığı ülkeye, yüzde 50’sinin ise rafineriyi kuran şirkete ait olduğu
şekilde adil bir anlaşma yapmıştı. Halbuki Anglo-İran Petrol Şirketi, İran’a
neredeyse hiçbir şey vermiyordu. Ve bu, İranlıları haklı olarak çok
kızdırıyordu. Dünya Kore Savaşı’nı, ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaşı
konuşurken, İran’da halk sokaklarda petrolün millileştirilmesi için öfkeli
mitingler yapıyordu.
1951’DE YILIN ADAMI: MUSADDIK
ABD’de yayımlanan ünlü Time dergisi 1951
sonunda uzun boylu, uzun-solgun yüzlü, yaşlı bir İranlı’nın ‘yılın adamı’
olduğunu duyurmuştu. Soyu Kaçar Hanedanı’na dayanan, babası da bir zamanlar
bakan olan 70 yaşında bir hukukçu ve ülkenin başbakanı Muhammed Musaddık’tı bu
adam. Derginin, ‘yaşlı, tuhaf bir büyücü’ diye nitelediği Musaddık bir
milliyetçiydi, parlak bir düşünce insanıydı. İsviçre’de eğitim görmüştü, hukuk alanında doktorası
vardı. Demokrasiye ve sekülerizme inanan biriydi. Çok iyi bir hatipti. Fiziksel
açıdan yaşadığı sıkıntıları, örneğin tartışmalar sırasında sıkça girdiği öfke
nöbetleri ve bayılmaları bile kendi lehine çevirmeyi biliyordu. Batılılara göre
‘pijamalarını çıkarmayan ekzantrik bir ihtiyar’dı ama Şiilik ve şehitlik
konusundaki görüşleri İran’ın kültürel mirasının bir parçasıydı ve bu görüşler
kitleleri seferber etmesini sağlıyordu.
PETROL MİLLİLEŞTİRİLİYOR
Nisan 1951’de, Musaddık’ın önerisi ile
İran Meclisi Anglo-Persian Petrol Şirketi’ni millileştirme kararı alınca, halk
ve aydınlar öylesine coşmuştu ki, Rıza Şah, Musaddık’ı Başbakan olarak atamak
zorunda kalmıştı. Ama petrolün millileştirilmesi Britanya için tam bir
felaketti. Çünkü Britanya’daki her araç, her ev, her fabrika, İran’dan gelen
petrole bağımlıydı. Şimdi İranlılar bu petrolün musluğunu ellerine
geçirmişlerdi. İçeride ve dışarıda muhalif kuvvetlerin, Musaddık’ı devirmek
üzere örgütlenmesi iki yıl kadar sürdü. Bu süre içinde Musaddık’ı devirmek için
ekonomik ambargo, limanların ablukaya alınması, Musaddık’ı BM’ye ve
Uluslararası Adalet Divanı’na şikâyet etmek gibi her yol denendi ancak başarılı
olunamadı. İngilizler bunun üzerine ABD Başkanı H. Truman’dan Musaddık’ı
devirmesini istediler. Truman bu teklifi reddetti, çünkü Kore Savaşı, Mc
Charty’cilik ve çürümüşlük yüzünden çok yıpranmıştı. Ancak 20 Ocak 1953’te
iktidara gelen D. Eisenhower döneminde ibre Musaddık muhaliflerinden yana
döndü. Çünkü yeni Dışişleri Bakanı J. Foster Dulles’ın bütün hayatı
uluslararası dev şirketlerin avukatlığını yaparak geçmişti. Dolayısıyla
Anglo-İran Petrol Şirketi’ni çok iyi anlıyordu!
CIA AJANI BİR BAVUL PARAYLA
İRAN’DA
O sırada İran’da da işler iyi
gitmiyordu. İranlılar petrol şirketini millileştirerek zengin olacaklarını
ummuşlardı ancak tam tersi olmuştu. Abadan’daki dev petrol rafinerisi ve liman
ablukaya alınmıştı. 1950’de ülke gelirinin önemli bölümü petrolden gelirken,
52’de petrol gelirleri nerdeyse sıfırlanmıştı. Çünkü Avrupa petrolünün yüzde
90’ını tek başına sağlayan İran, artık kendi petrolüne sahipti ama bunu dağıtıp
satacak tankeri yoktu. 1953 yazına gelindiğinde Musaddık kitleleri sokaklarda
toplama becerisini yitirmişti. Şah’ın eli-ayağı titriyordu; ne yapması
gerektiği konusunda net bir fikri yoktu. Yani koşullar, dışarıdan bir gücün
gelip olaylara müdahale etmesine uygundu. Musaddık’ın İran’da o günlerde etkili
olan komünist eğilimli Tudeh (Kitle) Partisi’ni arkasına alması da ABD’deki
kaygıları iyice körüklemişti. Britanya’nın MI6’sı ile işbirliği yapan CIA, 1953
yazında, Kermit Roosevelt adında bir ajanını, yanında birkaç adam ve bir çanta
dolusu parayla İran’a gönderdi. (Kermit Roosevelt, eski başkanlardan Theodore
Roosevelt’in torunuydu.) Yine aynı ay, Eisenhower ile Britanya Başbakanı
Churchill görüşüp, darbenin yapılmasına karar verdiler. Elbette bunun adı darbe
değil, ‘İran’ın aklıselime davet edilmesi’ydi!
ŞAH ROMA’YA KAÇIYOR
Batılıların desteğini alan Şah Rıza
Pehlevi uzun zamandır yetkilerini hükümete bırakmak konusunda kendisini
zorlayan başbakanı Musaddık’ı Temmuz 1953’te görevden aldı. Ancak halkın
tepkisi sert oldu. Halk kendi köyünde ömür boyu ev hapsine mahkûm edilen Musaddık
için sokaklara döküldü çıkan çatışmalarında yüzlerce kişi öldü. Durum, tam
kontrolden çıkıyordu ki Amerikalıların ısrarlı tekliflerine nihayet ‘evet!’
diyen Şah’ın, rıza göstermesiyle Ağustos ortasında Musaddık’ı tarihten silmeye
yönelik operasyon başladı, fakat işler, planlandığı gibi gitmedi, darbe
liderleri yakalanınca Şah eşini alıp Roma’ya kaçtı.
Ama oyun henüz bitmemişti, birkaç gün
sonra ikinci darbe geldi. Ordudan generallerin düzenlediği, kitlelere gösteri
düzenlemeleri için para ödenen ve Batı istihbaratının planlayarak yoğun biçimde
desteklediği ikinci darbede, Şah ve Batılı müttefikleri hedefe ulaştı.
Başbakanlık binası tanklarla bombalanan Musaddık devrildi, tutuklandı, ‘vatana
ihanetle’ suçlanıp yargılandı ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde
geçirdi.
BEYAZ DEVRİM VE KARŞI-DEVRİM
Darbenin ardından demokrasi bir kenara
itildi; milliyetçi duygularsa dini duygularla harman edilerek sürekli güçlendi.
Petrol sektörünü millileştirme hamleleri karşısında başbakanını ‘mat’ eden (ve
yabancı petrol şirketlerini ülkeye davet eden) İran Şahı’nın özgüveni yerine
gelmişti. ABD’nin koruyucu kalkanı altında ülkesinin kaderini çizmekte daha
etkin rol almaya soyunabilirdi artık. Bu vizyonun adı 1963’te konuldu:
‘İnkilab-ı Sefid’ yani ‘Beyaz Devrim!’ Şah’ın baskıcı ve zalim otokratik
yönetimine ilk karşı koyuş o yılın Haziran ayında oldu. Öğrenci, kamu
görevlisi, aydın, çarşı esnafı ve din adamlarından oluşan halkçı koalisyon,
‘İslam Devrimi’nin ilk kostümlü provasını yaptılar. Ama hareket kanlı şekilde bastırıldı
ve dinî kanadı temsil eden İmam Humeyni, ülkeden sürüldü. Humeyni, kısa süre
Türkiye’de, Bursa’da kaldıktan sonra Irak’ta Necef’e gitti.
(Şah Rıza Pehlevi halka Beyaz Devrim’i
anlatıyor. 1963)
KÜLTÜR ŞOKU VE DİN ADAMLARININ
ROLÜ
En önemli muhalifinden kurtulan Şah,
artan petrol gelirlerinin rüzgârını da kullanarak ülkeyi süratle, dünyanın en
kalkınmış beş ülkesinden biri haline getirmeye soyundu. Bunun için hem
ekonominin, hem de toplumun tamamen yenilenmesi gerekiyordu. Kamu kurumları
özelleştirildi, feodal toprak yapısı yerle bir edildi, toprak köylülere
satıldı. Tüm halkı kapsayacak bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu. Köylere
binlerce kişilik eğitim ve sağlık birimleri sevk edildi. Kültür alanında,
eğitimde yeni hedefler belirlendi, müfredat baştanbaşa elden geçirildi. Batı
tarzı giyim, yaşam, müzik teşvik edildi. Kadın hakları konusunda önemli adımlar
atıldı.
Ancak halk, Şah’ın bu vizyonunu
paylaşmıyordu. Çünkü gayrı safi milli hasıla artıyor olsa da, çok sayıda insan
bundan yararlanamıyordu. Dengeleri bozulmuş kırsal alandan kentlere büyük bir
göç yaşanıyor, bu kitleler kentlerde Batılı gibi giyinen ve yaşayan kadınları,
erkekleri izliyorlar, kafaları karışıyordu. Yani büyük bir kültür şoku
yaşıyorlardı. Böyle durumlarda onlara sadece din adamları ve Humeyni safından
kişiler yardımcı oluyordu. Çünkü Şah toplumu yönlendirmekte tek müttefiki
olarak gördüğü din adamlarına şehirlerde camiler ve okullar inşa etmeleri,
halktan para toplamaları için izin vererek onların elini güçlendirirken, başka
hiçbir grubun örgütlenmesine izin vermemişti.
PERSEPOLİS TÖRENLERİ VE SONUN
BAŞLANGICI
İran’da din adamlarının öncülüğündeki
milliyetçilik kabarmaya başlarken ABD’deki Nixon yönetimi, Körfez bölgesinde
Sovyetler Birliği’ne karşı hattı korumak için Şah’ı himaye etme eğilimindeydi.
1970’lerde, CIA ve Mossad ajanlarının aktif katkısını alan gizli polis
teşkilatı SAVAK ve Evin Cezaevi, birer korku simgesi ve Şah’ın iktidarının
maşaları olarak karanlık bir şöhrete kavuştu. Halk baskı altında inim inim
inlerken, Şah, bir Rönesans’tan bahsediyordu. 12 Ekim 1971’de antik kraliyet
başkenti Persepolis’te kurulan aşırı gösterişli çadırlarda, dünya liderleri
Şah’a ve ülkesine dair vizyonuna destek vermek için sıraya girmişti. Pers Kralı
Kiros’a saygılarını sunan uyrukların devasa rölyefleri arasında Şah’ın İran
Devleti’ni, İslam öncesi kimliğiyle taçlandırması başta ulema olmak üzere pek
çoklarının tüylerini diken diken etti.
Bu sırada katlanan petrol fiyatlarından
yararlanıp çılgınlar gibi silah satın alıyordu. Ekonomi aşırı ısınmış ve
resesyon başlamıştı. Entelektüeller ya sürgünde ya hapisteydi. Modern sanayi;
ekonominin temel direği çarşıya zarar vermişti. Toplumdaki huzursuzluklar din
adamlarının değişim çağrılarına güç kazandırıyordu. Bu kez Batılı ülkelerin
planladığı bir devrim değil, bir ‘İslam Devrimi’ ufuktaydı. Kahramanı da, büyük
Ayetullah Seyyid Ruhullah Musevi Humeyni’ydi. (Asıl adı Ruhullah olup,
Ayetullah ‘Allah’ın delili’ anlamına gelmekte olup, Şiilik inancında bir
mertebe idi. ‘Seyyid’ Hazreti Muhammed soyundan geldiğini, ‘Musavi’, 7. İmam
Musa el Kâzım soyundan geldiğini, ‘Humeyni’ ise Kum şehrinde doğduğunu
belirtiyordu.)
BAŞKAN CARTER’IN ROLÜ
Şah’ın siyasi anlamda sonunu getiren
olaylar, ABD Başkanı J. Carter’in döneminde başladı. Carter zeki, sade, dindar
bir kişiydi. Şah’a baktığında, kendisi için çok kıymetli olan insan haklarını
ihlal eden ve muazzam bir hızla Amerikan silahları stoklayan bir kişi
görüyordu. Şah, 1977’de Washington’a gittiğinde, resmî görüşmeler ardından
Carter onu kibarca yan odaya alıp, “Majesteleri, halkınız için harika şeyler
yapmışsınız; ama içerideki muhalifleriniz karşısında, kendi ülkenizin
yasalarına uymanızı da dilerdim” demişti. Şah mesajı almıştı, bu yüzden ülkeye
döner dönmez liberalleşmeyi denedi. Meclisteki oturumları halka yayımlamak,
basına serbestlik tanımak, pek sevdiği Büyük Kiros’un Pers takviminden
vazgeçmek gibi adımlar attı. Ama geç kalmıştı. Bu sırada dünya medyası, 1978’de
Saddam Hüseyin’in Necef’ten ayrılmasını istemesi üzerine Paris’in Neuf le
Chateau banliyösüne yerleşen Humeyni’nin evine koşuyordu.
AYETULLAH HUMEYNİ’NİN DÖNÜŞÜ
Milyonlarca kişinin sokaklara dökülüp
Şah aleyhinde gösterilere girişmesi uzun sürmedi. Şah vaktinin daraldığının
farkındaydı; Ama çaresizlik içindeki “Devrim çağrılarınızı duydum ve kabul
ediyorum!” haykırışı, geç kalmıştı ve yanıt bulmadı. Ok, yaydan fırlamıştı;
grevler, gösteriler, çatışmalar, cenaze törenleri birbirini izliyordu. Muhammed
Rıza Şah’ın yapabileceği tek şey kalmıştı, tatile çıkma bahanesiyle uçağa
binip, 25 yıl önce olduğu gibi bir gün geri dönebilmeyi ummak…
1 Şubat 1979’da Tahran’da müthiş bir
hareketlilik vardı. Şah Muhammed Rıza Pehlevi, iki haftadır ülkede değildi.
Ayetullah Humeyni ve beraberindekiler ise, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda,
ülkeye dönüyordu. Uçağa, ‘Tahran Havaalanı’na iniş izni vermemek gibi’ bir son
dakika girişimine rağmen Humeyni, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda uçağın
kapısında görüldüğünde, sevinç, coşku, milliyetçilik ve Batı karşıtlığından
oluşan bir rüzgârı arkasına almıştı. Milyonlara varan kalabalıklar onun durgun,
sakin, ihtiyatlı tavrı karşısında iyice coşmuştu.
(1 Şubat 1979 günü Humeyni’nin uçağı
Tahran’a inerken kendisine ne hissettiğisorulmuştu. Cevabı “Hiçbir şey
hissetmiyorum” olmuştu.)
KUM’A GİTMEKTEN VAZGEÇİŞ
Humeyni Paris’teyken iktidarda din
adamlarının rol oynamayacağını söylemişti; “Bizzat ben, Kum’da bir medreseye
gideceğim ve yeniden ilahiyat talebesi olacağım” demişti. Tahran’a uçarken,
kendisine eşlik eden Le Monde gazetesinin muhabirinin “20 yıllık sürgünden
sonra dönerken ne hissediyorsunuz” sorusuna da “Hiçbir şey!” diye yanıt
vermişti. Gerçekten de Humeyni ve yandaşlarının Paris’te hazırladıkları
‘anayasa taslağı’ denilebilecek metin gayet demokratikti, ancak ekibin fikir
değiştirmesi çabuk oldu. Bunun nedenini kestirmek zor. Belki de demokrasi
söylemi başından beri iktidara el koymanın bir aracıydı. Belki de İran’a
geldiklerinde demokratik kuvvetlerin aslında ne kadar zayıf ve dağınık olduğunu
görmüşlerdi ve devrimlerinin yoldan çıkmasını istemediler. Belki de,
Kissinger’ın dediği gibi iktidarın tadını almıştı. Bunun üzerine, demokrasiden
çark edilerek tüm yetkileri Humeyni’nin elinde toplayan yeni bir taslak
yazdılar. Humeyni de bunu kabul etti.
Gerçekçi olmak gerekirse Humeyni
devrimin gerçek sahibiydi ve devrimini sapmalardan korumak istiyordu. Bunun
için de halkla bağlarını sağlamlaştırması gerekiyordu. Bunu da İran’daki din
adamlarıyla iyi bağlantılar kurarak yapabilirdi; çünkü bazı tahminlere göre
İran’da, 160 bin din adamı bulunuyordu. Sadece Tahran’da, altı bin cami vardı.
Bu, her camideki din adamı, arkasında en az 100 kişi getiriyor demekti.
Aydınlarınsa sokaktaki halk arasında böyle bir tabanı yoktu. Böylece dünyanın
en uzun süren monarşisi tarihe gömülürken, komünist Tudeh Partisi’nin ‘cumhuriyet’
fikri, ‘İslam Cumhuriyeti’ne tahvil edildi.
ABD TAHRAN ELÇİLİĞİ’NİN İŞGALİ
Devrimin ilk yılı tamamlanmadan, ülkenin
yeni anayasasını hazırlama, ilk cumhurbaşkanını seçme hazırlıkları yapılırken
dünyanın gözleri yeniden İran’a döndü. Kasım 1979’da, ömrünün son aylarını
geçirmekte olan devrik Şah, kanser tedavisi görmek üzere ABD’deyken ABD’nin
kötü ünlü Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, İran’da yeni kurulan
geçici hükümetin ılımlı başbakanı Mehdi Bazergân’la görüşüyordu. İranlı öğrenciler
(iddiaya göre aralarında şimdiki Cumhurbaşkanı Ahmedinecad da vardı),
Başbakan’ın davayı satmasından, dahası Şah’ı geri getirecek bir karşı devrim
düzenlemesinden korktular ve 4 Kasım 1979 günü Amerikan elçiliğini işgal ederek
66 kişiyi rehin aldılar. (Eylem, iç ve dış koşulların iç içe geçmesiyle ve
Humeyni’nin verdiği destekle uzun bir krize dönüştü. Dünya televizyonları tam
444 gün boyunca gözlerini iri iri açmış, sokaklarda “Amerika’ya ölüm!” diye
bağıran, Amerikan bayrağını yakan İranlıların görüntülerini yayımladı. Kriz
sırasında Humeyni muhaliflerini birer birer tasfiye edip rejimi
radikalleştirirken, Reagan yönetimi, İran’ı dünya çapındaki terörizmin beşiği
ilan etti. 1980’e gelindiğinde İranlı mollalar ‘Irak’ta devrim!’ diye
bağırırken, Saddam Hüseyin de, İran’ı vurmak için iyi bir zaman olduğunu
düşünüyordu. 8 yıl süren ve bir milyondan fazla insanın ölümüyle biten galibi
olmayan İran-Irak Savaşı sırasında ve sonrasında yaşananları anlatmaya yerimiz
yetmez ama şunu söyleyebiliriz: İran İslam Devrimi, demokrasi ve insan hakları
açısından tam bir hayal kırıklığı oldu.
(4 Kasım 1979-20 Ocak 1981 arasındaki
rehine krizinden bir sahne. Sağdaki çantalı adamın daha sonra İran Başbakanı
olacak Ahmedinecat olduğu iddia edildi ancak bu iddia ispatlanamadı. )
ŞİRİN EBADİ’NİN TAVSİYESİ
Bir zamanlar Ayetullah Humeyni’nin
danışmanı ve İran İslam Devrimi sonrası dönemin ilk Dışişleri Bakanı olan,
şimdi ise rejimin muhalifleri arasındaki İbrahim Yazdi şöyle demişti: “Hiç
kimse, 1979 devriminin nihai sonucunun ne olacağını bilemez; bu, devam eden bir
süreç. Biz İranlılar, ülkemizin er ya da geç demokratik bir devlet olacağına
inanıyoruz.” Ancak Obama’ya gelinceye kadarki Batılı liderler bunu beklemeye
hazır görünmemişlerdi.
Obama dönemi de zorlu geçti ama Obama,
Nobel Barış Ödüllü, İranlı Avukat Şirin Ebadi’nin şu tavsiyesine kulak verdi:
“Batı’nın, İran’da demokrasinin serpilmesi için yapabileceği en iyi şey İran’a
yönelik bir saldırı yapmamak, bombalar yağdırmamak olur; hatta askerî bir
saldırı tehdidi bile demokrasi önünde engel yaratacaktır. Zira İran hükümeti
ulusal güvenliğe yönelik bu tehdidi, özgürlük taraftarlarını susturmak için
bahane olarak kullanabilir. Özetle, demokrasi ve insan hakları ancak barış ve
sükûnun hâkim olduğu bir ortamda tesis edilebilir; karışıklık yaratarak değil.”
İşte yazıya vesile olan nükleer çerçeve
anlaşmasının imzalanması Ebadi’nin yolunu izleyenlerin başarısı gibi görünüyor.
Umarım, çerçeve anlaşmanın altı doldurulur, ayrıntılarda da uzlaşma sağlanır ve
İran, uluslararası sistemin saygın bir üyesi olarak dünya barışına katkıda
bulunmaya başlar. Ve bunun ardından demokratikleşme dalgası gelir… Hayal etmesi
bile güzel…
(Lozan’da varılan mutabakatı
sevinçle karşılayan Tahranlılar, 2 Nisan 2015)
Özet Kaynakça: Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran
İlişkileri, 1926-1938,” Avrasya Dosyası, S. 5/3, Sonbahar 1999, s. 148-175;
Memduh Şevket Esendal, Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar, Bilgi Kitapevi, 1999;
Hüsrev Gerede, Siyasi Hatıralarım I: İran, Vakit Basımevi, 1952; İhsan Nuri
Paşa, Ağrı Dağı İsyanı, Med Yayınları, 1992; Genelkurmay Belgelerinde Kürt
İsyanları I-II, Kaynak Yayınları, 1992; Rohat Alakom, Hoybun Örgütü ve Ağrı
Ayaklanması, Avesta Yayınları, 1998; Ervand Abrahamian, Humeynizim (Çev: Mehmet
Toprak), Metis 2002; Jahangir Amuzegar, Dynamics of the Iranian Revolution: The
Pahlavis’ Triumph and Tragedy, State University of NewYork Pres 1991; Houchang
E. Chehabi, Iranian Politics and Religious Modernism: The Liberation Movement
of Iran Under Shah and Khomeini, NewYork: I.B. Tauris 1990; Mansoor Moaddel,
Class, Politics, and Ideology in the Iranian Revolution, Columbia University
Press 1993; Stephen Kinzer, Şah’ın Bütün Adamları, İletişim 2004; Neil
MacCharty ve John Tusa’nın hazırladığı ve Sevi Sarıışık’ın Türkçeye uyarladığı
BBC’de 27, 28 Şubat, 6, 7, 13, 14, 20, 21 Mart 2007 tarihlerinde yayımlanan
program. (Program kayıtlarını yazıya döken okuyucumuz Celal Sancar’a teşekkür
ederim.)
///////////////////////
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder