17 Nisan 2018 Salı

AVUÇKÖYÜ - Akademik Yazılar


http://www.avuckoyu.com/akademik.asp

 Erhan AKBAŞ Akademik Yazilari Için Tesekkürlerini Sunar
    Sayın Hırsızlar!
      
        “  Sayın Hırsızlar!
        1 Kasım 2006  günü saat 13.30 sularında  Aşiyan Sitesi’nde (Devlet Mah)  yaptığınız operasyonda  sergilediğiniz  takip, teknik ve becerinizi takdirle karşıladım.
        Ancak bundan böyle bu tür  özellik ve yeteneklerinizi insanlığın hayırına olarak doğru işlerde kullanmanızı dilerim.
        Evimden aldığınız   bilgisayar ve fotoğraf makinesindeki bilgiler ve hatıralar sizin için   bir “HİÇ” olabilir. Fakat  bizim için önemli ve yılların birikimleridir.
        Size ekstra bir yük olacak  ama bu bilgileri  CDye yükleyerek bize ulaştırırsanız sevinirim.
                                                                                                           Necati Çavdar” 
         Yukarıdaki yazı  hırsızların  insafına  ve emeğe  değer vermeleri için Ankara - Eryaman’da  insanların yoğun olarak gelip – geçtiği bazı yerlere asılmış bir çağrı idi.
        Zira 1  Kasım ‘da  evimden bilgisayarın kasasını  ve fotoğraf makinesini alıp götürdüler.Gerek Internet erişimini sağlan modeme gerekse  fotoğraf makinesi ve lcd ekran dahil bilgisayarın diğer  birimlerine tenezzül etmemişler.
         Görgü şahitlerine  önce çok bakımlı ve mavi gözlü  22 yaşlarında ve genel görünümüne göre  iğreti olarak  takıldığı izlenimi verilen başörtülü  bir bayan, “Ben  dilenci değilim.Yanlış anlamayın. Kira paramı veremedim .O nedenle yardım topluyorum” diyerek kapıları çalıyor. Daha sonra 13.10 gibi iki kişi olduğu zannedilenler, asansör kullanmayarak merdivenlerden  boş olarak tespit ettikleri bizim eve giriyorlar.
        Çelik kapının iki anahtar yerini de  çok büyük ustalıkla ve bir çizik bile  bırakmadan çıkarıp götürmüşler.
        Ve çıkardıkları kapı göbeklerini gizlemek için ayaklarında çorapları ile  kapının önünde durarak sigara içen 23-24 yaşlarındaki yakışıklı delikanlı ile karşı komşumuz  bir hayli sohbet ediyor.İçerden bir genç erkek sesi daha geliyor ancak bu sesin bizim oğlumuz olduğunu zanneden  komşumuz hiç bir  şüphe duymuyor.
        Beyler, gayet nazikçe davranıp içerde hiçbir şeye dokunmuyorlar. Kimlik kartları, banka cüzdanı, kredi kartlarına ulaşmalarına rağmen  ilgi duymuyorlar. Onlar  kapıyı çekip gittikten sonra insanların  olmayan kapı  kilit göbeklerinden dolayı eve yabancı girdiği anlaşılıyor.
        Gece sabaha kadar çalışıp, o gün,  “Ya Kerim” davalarından biri vardı. O nedenle Ankara’ya gitmiştim. Haberi aldığımızda bir  avukat arkadaşla konuşuyordum.Avukat arkadaş evden ne alabilirler dedi.
        Zaten para pul bulamazlar. O bizde yok. Giren insanların  mütevazi ev eşyasına ve kitaplara ilgisinin olacağını  zannetmiyorum. Alsalar alsalar bilgisayarı alırlar demiştim.Gerçektende 155’e haber vermemizle emniyet  bizden önce eve giriyor.  Casper marka bilgisayarın kasası  gayet ustalıkla çıkarılarak alınmış.Ekstra olarak dijital  Kodak Z 700 fotoğraf makinesi..
        Şimdi yorumlar muhtelif..
        Kimi  özel servis işi olduğunu söylüyor kimi. Hırsız.
        Özel servislerin bilgisayarı götürmesinden ne faydaları olacak ki?..
        Zaten biz bildiğimizi açıkça yazıp söylüyoruz..
        Hırsızlara gelince, belki birkaç pula satarlar bilgisayarı.Ama  kayıtlı bilgilere yazık olur.Keşke onu işleyebilecek bir hamiyetli insan denk gelse diye düşünüyorum..
        Attan düşünce yol gösteren çok olurmuş.
        Kapı kilitli mi.. Kapı, çelik mi?..
        Şöyle mi, böyle mi….
        Evet kapı  çelik. Kilitli hem de iki  yerinden. Ancak ev 6 katlı binanın   son katı.
        Üstellik hırsızlardan birini gören hatta konuşanlar olmuş.
        Ama adamlar işlerini  bir güzel yapmışlar.
        Takip , teknik ve oynadıkları sanatsal şey eğer  tiyatro ise  hepsi mükemmel.
        Kimileri diyor ki:
        - “Bölgenin hırsızları yapmıştır.Polis, tanımıyor mu?
        Bir avukat anlatıyor:
        -Muhasebeci  arkadaşın bilgisayarı çalındı. Bir arkadaşına durumu iletmiş.Oda kolay demişler Anakara’da kalenin karşılarında  bir kahvede gece buluşmuşlar.Meğer  hayat orda gece başlar, getirilen mallar  orada el değiştirirmiş.
        Kahvedekiler  bu yeni gelenlerden şüphelenmişler..Ancak kendisine kılavuzluk eden kişi birileri ile konuşup, muhasebecinin bilgisayarını bulmuş.Ve kendi bilgisayarını üç yüz milyon sayarak yeniden  satın almış..
        Karakolda diyorlar ki:
        -Çalanların hepsi ekmek parası için çalmıyor.Yakalananlar arasında  devlet memurları  bile var.Bu bir hastalık..
        - Sizinkini komşu görmüş ama  hissetmemiş.Geçenlerde bizim  arkadaşlardan biri (Polis) binanın önünde  bahçe suluyor.Adamlar gelip muhabbet ediyor.Kolaylıklar diliyor.Ve yukarı çıkıp arkadaşın eve giriyorlar, beylik tabancasını alıp “iyi günler” dileyerek gidiyorlar..
        Ve bu arada bölgede asayişten sorumlu bir emniyet amiri ise “Arkadaşının  evine de benzer metotlarla girildiğini” söylüyor.
        Biz tam 18 sene Dikmen’de aynı evde oturduk.Emin olun üstelik tahtadan  olan kapısını hiç kilitlemedik.
        Şimdi geldiğimiz yere bizden öncekiler  kapılarını çelik yapıp, iki kilit takmışlar.Ama elin oğlu oraya giriyor.
        Demek ki bu iş kapı- kilit   meselesi değil.
        Vicdan, cüzdan  hatta ondanda ötesi..
        Çünkü polis bizzat, “Her kişinin başına polis  dikilemez ya diyerek” bir gerçeği ifade ediyor.
        İnsanı; kendini kontrol edecek mekanizmalardan uzak tutar ve  insanları buna alıştırır, yönlendirirseniz.Olacağı buydu.
        Neden bunları anlattım?..
        Belki bir başkasının başına gelir benzer olay, gelmesin diye..
        Birde her türlü hırsızlığa pirim veren, yüreklendirenleri hatırlatmak için.
        Ramazan süresince ve  bilgisayar çalınana kadar   MSN deki mesajım şu idi:
         “ Şeriatçı.. Kemalist.. Kapitalist.. Komünist..  AB’ci.. ABD’ci hırsızlar!.. Pes etmedim ancak tatildeyim” diye yazmıştım.
        Ve bu dövizin yasıldığı bilgisayar  bir “operasyonla “ bizden koparıldı.
        Sözde beynimizi boşalttılar..  Dünyadan kopardılar.
        Sevgili hırsızlar!..
        Belki şimdilik böyle..
        Banka soyup, milletin malını  birilerine peşkeş çekip nitelikli hırsızlık yapana  sayın deniyor da neden   takip, teknik, taktik konusunda uzmanlaşmış olanlarına denmesin ki..
        Biz o noktaya mı geldik..O noktaya mı getirildik?..
    Necati ÇAVDAR
    ::::::::::::::::::::::::::::::
        Necati  Çavdar
        4.10.2006
        Muhatap, Kim?
        TBMM’nin yeni yasama yılı açış konuşmasında Sezer, son kez TBMM kürsüsünden
        "İRTİCA" uyarısı  yapmış.
        Sezer Laiklik İlkesi'nin, Türkiye Cumhuriyeti' ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı olduğunu bir kez daha vurgulamış.
        Bu çağda Ankara’nın göbeğinde  Eryaman’da hala toprak damlı evlerde oturan insanların varlığını hiçe  sayarak Devlet’in “sosyal, demokratik, hukuk devleti”  vasfı  bir yana “Laiklik bir yana” mı demek istemiş?
        Anlamadık..
        “Daha da büyük anıtlaştı” övgülerine mazhar olan  Genelkurmay Başkanı ‘da
        "Her fırsatta "laikliği yeniden tanımlayalım" diyenler yok mudur, bunlar devletimizin en üst kademelerinde yer almıyor mu?” diye sormuş.
         Bu sözlerle muhatabın, Arınç olduğu söyleniyor..
        Ve eklemiş:
        "Cumhuriyetin temel nitelikleri ağır bir saldırı altında değil mi? Her fırsatı TSK'ya saldırı için kullananlar kimlerdir? Bu sorulara hayır Türkiye'de bunlar yoktur diyebiliyor muyuz? Diyemiyorsak irtica tehdidi vardır... "
        Aynı gün, Ekim ayının son güneşlerini ilikleren çekrcesine oturmuş konuşan birkaç insana isteyerek kulak misafiri oldum.
        Kendisini mühendis olarak tanıtan bir yaşlı bey:
    -” Tabiki irtica var. Adamlar 10 uçak alacak 3 milyar dolar dışarıya para verecekler. Aldıkları ucakları da verenler şartlı verecek. Geçmişte  parasını verip aldığımız  silahları Kıbrıs’a kullandırmak istemlediler. Türkiye kullandı.Amborgo yedi. Pahalıya mal etik. Ülkede  savunmamız için gerekli uçak ve diğer askeri malzemeyi üretememiz gerçekten irticadır. Paşa, devlet memuru. Siyasi konuşmayacağına ve konuşma konusu   da  mesleki olduğua göre bunu kast ediyordur” diyordu..

        Bir başka bey  ise..
    • “Suriye ile  sınırımız 600 km. Buraya yerleştirilen mayınları  bizim ordumuz temizleyemiyormuş. Mayın temizlemek için başka devletler devreye giriyormuş.Bu da bir irticadır. Öte yandan Suriye, hemen sınır ötesinde petrol çıkarıyormuş. Biz ise mayınları temizleyemediğimizden dolayı bu alanları kullanamıyoruz.. Halbuki mayınları biz, bizim asker döşedi.Bunun bir planı proğramlı olsa gerek. Döşediğin mayını temizleyememk, irtica değil mi?”
         Bir zamanlar bizim verdiğimiz pasapotla dışarı burnunu uzatabilen  birsi   “Ben ikna ettim..Ateşkesecekler” demiş, eşkıya başı ise verdiği “talimatla”, “Ateşkes”emri vermiş.
        Ve bu istek “Kandil dağı’nda hemde ”Basın toplantısı ile ilan” edilmişti.
        Ve  bu işte  “taraf olduğunu” söyleyenler, memlekette irtica yaygarası yapanlar olayı sadece seyretmişti.
        Vatandaş bu konuda da fikir sahibi..
        Kendilerine kulak verdiklerimiz  konuşuyor..
        “- Bu işte bizimkilerin  rolü yok. ABD adamlara talimat verdi.Onlarda gereğini yerine getirdi.Ateşkese, bizimkiler zorlamadı. Ve ateşkesi aslında ABD yapıyor. PKK değil.. Yarın yürü deseler yine kan akacak.. Bizimkilerde buna bakacak. Olan gariban insanlara, milletin çocuklarına oluyor.. Peki, gelinen nokta gerçek bir irtica değilmi?..”
         Evet sıradan vatandaşın.. Devlet imkanlarından istifade etmek için  kapı kapı yalanmayan.. Kendi üreten, kendi tüketen ama “vatan için” dendi mi  “Bedeli ne ?” demeden en önde koşan, dinini, vatanını çok ama kendisini bu alanda teste tabi tututan hazineden beslenenlerden  daha çok seven   gariban halkın “irtica” yorumu bu..
        Bir ara “not”  girelim..
        Bir zamanlar yazlmıştık. “Apo aragazı veriyor” diye.Gerçekten gaz verdi. Dağlar kan çağladı. Şimdi ABD tesiri ile gazı  kesiyor.. İnşallah bizimkiler “irtica “ avına  çıkmışken başımıza bir çorap örmezler..
        Asıl konumuza gelirsek..
        General:
         "Her fırsatta "laikliği yeniden tanımlayalım" diyenler yok mudur, bunlar devletimizin en üst kademelerinde yer almıyor mu?” diye sormuş ya..
        Bir kısım insanlar  “Bu sözlerdeki  muhatap  Arınç” diyorlar..
        Ben hiç zannetmiyorum.
        “Neden?” derseniz, anlatayım..
        Arınç, bir ara  yanında hanımı, havaalanına Sezer’in yanına gitti ya.. Oranın Cumhurbaşkanın bulunması nedeniyle  “kamusal alan” olduğu  ve “ protokolde hanımının mevcut hali ile  yer almaması gerektiği” söylendi.
        Arınç’da; “ Siz ne diyorsunuz. Kamu memurlarının eşlerini millet bilmez, merak da etmez. Ancak seçilenler her şeyi ile ince elenip sık dokunarak tartılır.Ve seçilir gelir .Halk beni böyle seçti. Tüm memurların,  hanımları kamu alanından çekilsin, benimki de çekilsin..
        Aksi halde.. Öyle töreler vardır ki kanundan üstündür. Bu gün İngiltere’de yasa yoktur ama adetler anayasa hükmündedir.Türk töresi de hatun ve hakan der ki diye başlar..Hatun’un kabul etmediği düzenleme ve uygulamaları hakan geçerli sayamaz..Bunu ne çabuk unuttunuz.. Bre nadanlar!”diyeye gürleyip, işin gereğini yapamadı sağda solda ince söz söylemekten başka.
        Eşini, kendi çöplüğü sayılacak alanlar  dışında ve  ne oldunu milletin bilmediği uydurma “kamusal alan” dan çekerek, bayanlı temsili uzun müddet “özel kalem”le  idare yoluna gitti..
        Çiceği  burnundaki Başkan’ ı adet gereği ziyaret mecburiyetinde hisseden gereraller, O’nu “üç dakikalık” el sıkma zamanı ile tebrik yolunu seçmi
        Sonrası mı?
        Kendisi iadei-i ziyarete gidince biraz uzun kaldı.Rivayet  o ve sonuçda gösteriyor ki;
         “Sizden rahatsızız” demişler. O’da “mesala” dedi ellaham ki(!) , fişmanca diye örnek göstermişler. Örnek verdikleri, ise hanımın “başı açık” olduğu gibi  Anadolu tabiri ile  “Kıçına kadar cılbak
        Böyle birisi “irticacı” sınıfına sokanlara pes demek düşer. Ama akıl ve adalet yoksa  ve  gazete yaygaralarına,  iftira kampanyalarına  kulak verilirse irticacı da  yaparlar,başka şeyde.. Adam senbol olur çıkar,üzerinde olmayan  vasıfları ile..
        Neyse Cuma’ya kıt kıtına yetişmek üzere Genelkurmaydan çıkan Arınç, o hızla; bayramda şöyle bir “kırmızı plaka” ile memlekete hava atalım diye “Memleket gezmesi” gibi önemli bir millet hizmetine koşan ve  de bu vesile ile “Iramazan yorgunluğunu” atmakda olan  “seçilmiş  vatandaş”ı  buldurur:
        “Derhal istifa edeceksin...Zira açıkça  senin ismin geçti”
        -“Yapma , etme....Seçilmişlik hali..”
        Aslında  “Siz” kelimesi nezaketen kullanılmıştır. Hedef gerçekten sizsiniz,biziz, toptan hükümet...”
        Arınç, ısarar eder:
        “Hayır sizsiniz.Benim adım geçmedi..Sizin adınız aıkça ifade edildi. İstifanızı bekliyorum.Parti.Hükümet..Bunlarla  kötü olmasın.. Sana da bakarız bir şeyler. Bozok yaylasının ekmeğindenmidir suyundanmıdır bilinmez hastalanan  biri var. Gerekirse onu istifa etirir, yer değiştirtiriz. Sen bi, beni bu dertten kurtar  istifa et hele..”
        Zamana ihtiyaç vardır.Bu varta atlatıldı mı, gerisi Allah kerim..İlahlar kurban ister.Kurban verilecek ve büyük koç yerine arık toklu feda olsun..Ve milletin açık,  Meclis’in temsili iradesine rağmen,  ilahlara kurban verilir, Arınç’ın istediği  “istifa” gerçekleşir..
        Zannedilir ki, işler düzelecek..Zamanla kendileri iyi anlaşılacak, ya da..
        Ancak gelinen nokta çok açık.İçerde “Kılıçlar çekildi..”
        Yine zamanında yazıp söylemiştik.
        “İçerde belirli kesimlerce meşruiyetiniz yok. Dışardaki durumunuz vereceğiniz, bedeli ağır ödünlere bağlı. Halkla bağınız ise dürüslük, yolsuzluk ve yoksullukla mücadele boyutunda. Onu kaybetmeyin .. Kaybaderseniz bu bağı..”
        Hey hat..
        Halk nezdinde  eriyorlar. Tek umutları ABDve AB..
        Fakat, ABD; artık tek partili iktidar istemiyor..Halk da bu iktidarı; çok ABD’li buluyor..
        ...
        Parti imajı, “Çağdaş görünüm” için AKP’li sakallılara “sinek kaydı” olun ricası yapılmış. Kimisi bu ricayı emir kabul etmiş,  yülünmüş. Bu yülünme ile belirli makamlara yerleştiler/ yerleşmişler
        Ancak  taa ozaman,  07.11.2001 tarihinde “BAŞLIKSIZ” isimli bir yazı yazmışız”
        Yazıda şöyle demişiz: 
        ...
        Gelişmeleri  yaşayıp göreceğiz.
        Ancak "yobazlık " görüntüsünden kurtulmak için yapılacak yo, bu değildir. Yapılacak ülkenin  ve dünyanın içinde bulunduğu durumla ilgili  planlar, projeler üretmek ve öylece  halkın karşısına çıkmaktır.
        Aksi halde kravatınızla kendinizi bir yerlere bağlasanız dahi kimse sizin  iyi niyetinize inanmaz. Ta ki kendileri gibi olmadıktan sonra ..
        Olsa olsa kendiniz, ve  kısa vadeli hevesleriniz çabuk biter. Bitersiniz. Denemesi kolay. Çünkü deneyenler, tarihin hurdalıklarında hatırlar yazdılar.
        Çünkü insanlar, düşmanının bile mert olmasını ister..”
        İster ister de..
         Yine de  en yüksek askeri memurun muhatabı;
        Meclis”i idere ederken ülkeyi  demokratikleşme, insan hakları ve ekonomik alanda rahatlatmaya, memurların memurluğunu bilmesini sağlayan yasalar çıkarmaya öncülük etme yerine..
        Meclis’e  imajmaykırlar bulup, zaman zaman şallarla donatan.. TBMM Türk Sanat Müziği Korosu kurdurarak; milletin içine sinen, işine yarayan ve  isteyerek, gönüllerine  göre yasa çıkarmaktan bunalan, bu yüzden yeter sayısı civarında bir sayı ile boş salonlarda el kaldır indirle kendilerine dayatılan yasaları  canla başla  çıkarmaktan bir hal olan   çok özel insanlara Meclis salonlarında aleni  müzik terepisi yaptıran.. Hanımı ile  -sözde-  emrindeki kışlaya bir çay içmek içn olsa bile  giremeyen ancak kışla hevesinden olsa gerek önüne gelen yere bir güvenlik kazağı çaktırıp, olmasa Meclis’i milletin yüzne kapatarak normal vatandaşları engelli koşuya tabi tutup, yağdanlıkların  kendilerini ayrıcalıklı ve önemli kişi hissetmesine neden olan..  Havuzlara balık attırıp, diplerini fayans döşeterek, salonları  serngi alanı haline getiren ve de  patetes,karpuz, üzüm ve diğer zerzavatlarla yüklü kamyonları Meclis’e dayayarak, vekillerin beslenmesine azami itinayı gösteren..  Meclis’in zirvesine  günlük yakıtı  kaç paraya mal olduğu bilinmeyen - sözde - meşale kazığı diktirerek “ben burdayım” diye  millet kesesinden çağdaş(!)  plan ve projelere imza atan, kendi çöplüğünde hava, gücün karşısında havlu, duygulu anlarında gözyaşı, yeri gelince ince kinayeler  atan   Arınç değildir..
        Çünkü o, kesin kes rüyalarla amel etmez, gayet opjektif kriterlerle idareyi saltanat sürer..
        Necati  Çavdar
     Necati Çavdar
           13 Eylül 2006 
           “İnek, Çarpsın..” 
           Ülkemizin belki yüz yıllarını etkileyecek bir tarih  başı olan “12 Eylül” cunta hareketi ile ilgili   bir çok konu yazılılıp çiziliyor, tartışılıyor..
           Cuma’dan Salı’ya Çorum’da idim.Bulunduğumuz alanda internet imkanım olmadığı için yazamadım.
           Bu gün  “12 Eylül” ertesi ile ilgili kimilerine farklı gelebilecek hatıraları paylaşmak istiyorum.
           Yer Yüksekova.
           Darbe olmuş,  her sabah aynı titizlikle işinin başında olan ilçenin tek bankası Zıraat Bankası’nın  görevlisi sabah namazı ile evden çıkar. Devriyeler tarafından yolu kesilir.
           “Gidemezsin”
           Bölgede sıkıyönetim olduğu için her gün aşina olduğu askeri devriyeleri normal görevli zanneder. Vatandaş,işine gidecek.. Neden gitmesin ki?..İsterlerse kendisini izlesinler. Zaten tanıdık insandır kendisi. İlçede herkes bilir.. Adam,olayı anlamaz.
           O günlerde bölgede Türkiye radyosu, uzun dalga çekmez..En güçlü  ve temiz çeken radyo konumunda olan TRT 3, bölgeyi medenileştirmek(!) için Van’da FM’den yabancı  müzik yayını yapar.
           Bizim sivil ve askeri erkanın zaman zaman “telsizlerden kaçak yayın alıyoruz” diyerek peşine düştükleri ve Şah’ın çok güçlü kurduğu, FM’den yayın yapan Tebriz radyosundan acemce nameler gelir.Televizyon yok. Var olan Saddam’a emanet.. Irak’dan üç ayrı lehçeden yapılan Kürtçe’nin üçüncü versiyonundan alınır haberler..
           Gazete  mi?
           Oda üç gün sonra gelir..
           Yani haber kaynağıınz, karşınıza dikilen  devrilerdir.Devriyenin cinsi, kısmetinize kalmış.
           Bu şartlar altında işine gücüne bağlı vatandaş, direnir; “işime gideceğim” diye..
           Askeri görevliler, “Komutan emri..Yasak..Artık tatil..Bu gün iş yok” der.Başka şeyler söyler.
           Adam”Ben komutan filan bilmem.Müdürün emri böyle.. Ben anlamam.Bu gün Cuma.. bayram değil seyran değil.Müdürden böyle emir almadım.Ben bankaya gitmeye, çalışanlar gelmeden  temizlemeye, çaylarnı yapmaya mecburum “ der.
           Sonunda adama o günün farklı bir gün olduğu, Banka ve müdürü dahil tüm Türkiye’nin, dipçik zoruyla tatile çıkarıldığı “münasip” dille izah edilir de adam evinde istirahata çekilir.
           Yüksekova’da 12 Eylül’e yönelik başka da bir harekat gözlenmez, kayıtlara düşmez..
           ....
           Ancak..
           12 Eylül’den günler sonra kontrollü olarak seyahat yasağı kalkar..
           Tüm Türkiye’de olduğu gibi Yüksekova’ya da otobüs seferleri yeniden başlar.
           Van’dan otobüse bir grup insan  bindirilir.
           Gerek, tek kaynaktan toplu bilet alınması, bindiriliş tarzları, ilgilenenler gerekse daha sonraki hareketler hep kaptanın  dikkatini çeker.
           Ve otobüs, Yüksekova’ya    kilometreler kala yolculardan biri tarafından “iniceğim yer burası” diye durdurulur.O kişi  otobüsten inince, “Beni izleyin “ şeklindetki işareti  ile  diğer yolcuların hemen hepsi  inerek otobüsü boşaltırlar. Kaptan, hiç alışık olmadığı  bu olaya  bir anlam vermez. İnilen yer ne bir yerleşim bölgesi, ne  bir yol ağzı, nede  piknik yapılacak bir alandır.
           Bu insanlar şehre gelip gezecek olsa, Yüksekova’da inmeleri gerek. Yok  arasıra  Cilo dağlarını,  dağlardaki tabiat harikası sad göllerini  ziyarete gelen az sayıdaki şanslı insanlardan olsa bile burda inmemeleri  lazım.. Hatta çok yakın olan İran’a gecek olsalar İran’a ulaştıran Esendere  asvaltında inmeleri icap ederdi.
           Kaptanı düşünce, hatta “sen sebeb oldun “ diye mesul tuturlar diye endişe ve korku alır.
           Merak ettiği sorulara cevap bulamaın kaptan çevirir manyetelo telefonu, PTT  santralındaki  tek görevli Cabbar’a..
           “Cabbar, gözüm ... Bana Komando taburunu bağlasana”
           Komando tabunru ile her adam görüşemez, hele hele 12 Eylülden sonra arandığına göre, mesele  mühim..
           Neyse Cabbar, bağlar  bölgenin  güvenliğinden sorumlu ve şimdi oluşturulacak tümenin  nüvesini teşkil eden Komando taburu ilgilisini.
           Kaptan gördüklerini, şüphelerini  söyler. Ve bir  mihmandar eşliğinde otobüs dolusu  insanların Van’dan Yüksekovaya gelirken soldan dağlara sarmak üzere    yol aldıklarını, olayın olduğu yeri, muhtemel gidiş istikametini iletir..
           .........
           Zaman, önemli... Olay, hasasstır.
           Maazallah..
           Yüksekova dağlarından, tüm Türkiye’ye yayılan bir kalkışma, 12Eylül’e “karşı direniş başlatılabilir”
            “Netekim..”
           Tedbirin boyutu da o ölçüde  olmalıdır.
           Olur da.
           Silahlı, tanklı toplu, çağın ve ülkenin imkanlarına göre donatılmış müfrezeler düşer  yollara, sararlar dağları ovaları Gece boyu helikopterler, pır pır uçar göklerde..
           Ararlar tararlar  bir iz bulamazlar.
           Sabahın ilk ışıkları ile, dağlara indirme yapılır, çenber daha daralır.Belkide süngü harbi başlayacaktır. Kasaturalar çekilir..
           Ve  taşlar arasında dağ yamaçlarında  muhtemel direnişin  öncü kuvetleri  görülür..
           Buyük bir oparasyon ile bu üzerlerinde, ynlarında yörelerinhde  hiçbir silah bulunamayan “öncüler” tutulur. Fakat, tek  kelime konuşmazlar. Oparasyon yapanlar için, iş dahada zordur.
           Bunlar kimdir, niyetleri, kuvvetleri .. Daha önemlisi silahları hangi tür ve miktardadır?
           Hiçbir bilgi sızdırmaz, esir alınanlar..
           Oparasyon o günde sürer..
           Ve toplananlar, komando birliği yakınına kurulan çadırlara getirilir.
           Fakat adamların, şekilleri biraz ip ucu verse de, kimlikleri, maksatları bir türlü anlaşılmaz..
           Olayın boyutu büyür,   bomba tesiri yapacak haber, Ankara’lara “Cunta merkezine “ ulaşır.
           Belki de 12 Eylüle karşı yapılan en büyük direniş harakatına karşı  çiceği burnundaki milletin silahları namusuna emanat ettiği 5 arkadaştan oluşan ve “MGK” -Milli Güvenlik Konseyi- denen ucube kuruluş, devreye girer..
           Uzak diyarlardan gelen ve  maksatları anlamak için yetiştirilen kişiler, dağlardan toplanan “esirlerle” görüşürler.
           Karı kız, çoluk çocuk başlarında sepet kadar bez sarılı  saçlı sakallı erkeklerden oluşan  ve şimdilik 12 Eylül’e karşı en büyük direniş harekatanı yöneten, yönlendiren içinde ve dışında bulunan, yataklık eden, iç ve dış mihrakların tesiri ile Anadolu topraklarında yalın ayak yapıldak karşı devrime cüret eden, ülkeyi ve milleti bölmek için yol, iz sürenlerin verdikleri  bilgi aşağı -yukarı şöyledir:
           “Türkiye, güzel, Eylül ayı da yahşi..İstanbul latif” dediler.. Biz’de  Hindistan’dan çıktık geldik İstanbul’a..
           İstanbul’un gariplere yuva alan otellerinde eğlenir, Sultanahmet’de gezerken “Otellerden çıkmayacak..Sokaklarda dolaşmayacaksınız.. Üstelik bu güvenliğiniz için gerekli..” dendi. Anlamadık. Merak ve endişe ile birkaç gün bekledik.
           Bu arada iyi kalpli adamlar bize yaklaşarak..
           “Sizin yaptığınızda iş mi?
           Burada bekklemenin anlamı yok. Bizi bile kesecekler, size ne yaparlar bilinmez..O halde  en yakın yerden ülkenize salimen ulaştıralım..” diye teklifte bulundular.
           Ve başladık pazarlığa.. Kolay yolların parasıda kolaydı.Yani az.
           Ama daha güvenli yollar zor idi, parasıda iyi. Adamlar iyi. Bizi düşünüyorlar.Canın bedeli mi olur?
           Verdik elimizdekilerin tümünü.
           Bizi otellerimizden güven içinde  çıkardılar. Bindirdiler özel otobüslere,Van’a getirip, özel otellerde ağırladılar. Önümüze düşüp, bizi dağlardan güven içinde  buraya getirdiler. Şehirden gidersek müfrezeler yol kesermiş, İstanbul’dan Van’a, Oradan buraya  kadar kaç kere otobüsümüzün yolları  kesildi. Ama adamlar  ne dedi ise her seferinde kelleyi kurtardık. Bize yol gösteren adamın geçtiği yeri izleyerek  Dağlardan İran’a aşacağız.Oradan da ver elini Hindistan. Hindistan dediğin şura. İran’a geçtikten sonra biz yürüyerekde giderriz.Yeter ki camınız bizim, paramız sizin olsun. Daha Eylül başı, kışa aylar var.Ulaşırız Hindis’tan’a, yuvamıza yurdumuza. dedik. Biz kimseye bir şey yapmadık.. Bizi bırakın yeter..
           Bir daha  buralar mı?..
            Canımızı bağışlarsanız söz: Bir daha batıya  yüzümüzü dönmeyiz. Güneşin battığı o yerlere  bakarsak inek çarpsın.”
           Anlatanlar; yakalanan insanların kılıkları, kıyafetleri, dilleri, tel renkleri, hattta pasaportları, İstanbul ve Van’daki ikametleri   verilen bilgileri  doğruluyordu.
           Tabii bu birkaç gün içinde, onlara yemek verilmiş, su verilmiş, hiç de darağcında sallanıdırılan olmamıştı. Yakalananlar olaylara anlam vermese de biraz olsun güven gelmişti.
           Bu güven içinde bu defa mihmandarlık sırası karşı darbe teşebbüsünde bulunanlara geçmişti.
           Daha hafif silahlar eşliğinde,  dağlara çıkan askerler, mimarndarların “ne idiğü bilinmez” ünlemelerine; dağlar üstünden, dereler içinden ve kayalar arasından  verilen cevaplar eşliğinde açlık ve susuzluktan bir hal olan  karşı devrimcileri  tek tek avlayarak oparasyon merkezine getirmeleri ile “karşı devrim veya direniş !” sonlandırılır.
           “Netekim”..
           Her ne kadar esas mihmandar yer ile yeksan olarak kayıplara karışır,  yataklık, kılavuzluk edenler; daha doğrusu adamları, 12 Eylül darbesiyle korkutup, çıkar sağlayarak dolandıranlar ele geçirilemezse de Hintliler, Esendere’den İran’a revan olmak üzere yola çıkarılırken; cunta idaresinde “huzur” a erdirilen  Türkiye’de bir “badireden” kurutulmuş olmanın hazzını  yaşar..
           Esendere kapısından İran’a yollanan 12 Eylül maduru Hintli Tristleri inek çartımı bilinmez .Ancak “12Eylül” gecesi;( mimarlarının emir komuta zinciri, ABD’nin “OURBOYS” tebriki -takdiri  ile ) tank çarpan Türkiye’de MGK,yeni yeni oparasyonlara imza atar..
    NECATİ ÇAVDAR

       NECATİ ÇAVDAR

         3 EYLÜL 2006 

         Eşşeği Sür!..

         Irak’a sokulmayan Türkiye askeri, Lübnan’a “gel” ediliyor..
         Salı günü, TBMM bir karar verecek..
         Bu karar öncesi gelen  kimi seslere dikkat  kesilmekte fayda var.
         02 Eylül 2006 Cumartesi günü www.haberbir.com’da İHA kaynaklı “İsrail’de saldırgan sesler “ başlıklı bir haber vardı.
         Ortadoğu’da “nükleer silaha sahip” tek ülke konumunda olan ve kimsenin bu alanda ses çıkarmadığı İsrail, İran’ın nükleer faaliyeti nedeniyle “İran’a karşı oparasyon yaplmasını” konuşuluyor.
         Haber şöyle devam ediyor:
         İsrail gizli servisi Mossad’ın eski başkanı Shavtain Shavit, devlet televizyonuna yaptığı açıklamada, nükleer programını sürdüren İran’a karşı bir askeri operasyon düzenlenmesi ihtimalinin İsrail tarafından gözönünde tutulması gerektiğini dile getirdi. Shavtin, “İsrail, en kötü olasılıklara karşı kendisini hazır tutmalı ve askeri bir operasyonu gözönünde tutmalıdır” ifadesini kullandı. Shavtin, “İran’ın elinde nükleer silah bulunduğu gün dünya tamamen değişecektir” dedi”
         Yani -Hamamlar idaresinde  Tevrat’a tam bağlı “şeriatla” idare edilen  demokratik- İsrail’de “nükleer  silah” olunca kimseye zararı  yok  ama, -Mollalar idaresindeki - demokratik cumhuriyet -İran’da  “nükleer faliyet” olunca saldırmak gerek!..
         Fakat  bu sesten çok,  siyonist madyadan gelen  GECTI BEYRUT’UN PAZARI,
      SUR ESEGI TAHRAN’A!:
      ” şeklindeki değerlendirme çok enterasan..
         Ve bu değerlendirme Lübnan’a   asker gönderme eyleminin koordinatlarını veriyor.
         Hatta emrini.
         Kime..
         Sürücüsü –İsrail-ABD-İngiltere- emrinde ”eşşek” olarak kabul edilenlere..
         Lübnan’a ,İran’a süren”Sürücü” kim?..
         Birilerinin menfaatine  şimdilik Lübnana’a sonra İran’a sürülen “müttefikler” yani onların tabiri ile “Eşşekler” kim?.
         Yazıyı okuyunca ortaya çıkıyor..
         “Lübnan Savaşı gerçekleri
         Son Lübnan savaşı uzerinde, her turlu basın kaynağından bir suru yanlış
      ve yerinde olmayan yorum ve degerlendirme okumaktan bana gına geldi.
      Dolayısıyla bu konuda kendi gordugum bazi gercekleri özetlemek istiyorum.
         Bir kere sozkonusu olan bir Lübnan Savaşı degil, artik baslamis sayilan
      Iran Savaşı’nin, ILK muharebesidir. IL(İsrail) ise, Hizbullah (HA) gibi bir
      gerilla orgutune karşı degil, tum altyapısı, silah donatımı ve askeri
      teknolojisiyle, bir Iran gerilla kolordusuna karsi savastı.
         Ikinci olarak, savaşmayı IL(İsrail) yerine getirmis olmasina ragmen, HA(Hizbullah)-Iran güçlerine karşı savaşan gerçek guç ABD, AB ile—Suudiler, Misir, Urdun basta olmak uzere—Sunni Arap devletleriydi. Biz bunlara “Muttefikler” diyelim.
         ABD’nin - bir taraftan IL, diger taraftan Suudiler, Misir, Urdun gibi
      Sünni muttefiklerin pasif desteğiyle - onumuzdeki 6-12 ay icinde Iran’a
      saldiracagi aşikar. Çünkü Ortadoğu’da yukardaki muttefiklerin hayati
      çikarlarını nukleer bir Iran hegemonyasina karsi korumak için başka
      seçenek gözükmüyor.
         Iran’in son 6 yıl boyunca G.Lubnan’da yığdığı 13,000’den fazla kısa ve
      uzun menzilli fuze, yukardaki gibi planlanan saldırıya karsi en buyuk bir
      engel oluşturuyordu. Bu nedenle ABD (ve Sunni Arap devletleri) tarafindan
      IL’den, Iran’a yapilaçak saldırıdan önce, bu fuze altyapısını etkisiz
      hale getirmesini istendi. Zaten, gerek askeri gerek siyasal nedenlerden,
      bunu ancak IL yapabilirdi. Ve boyle bir operasyon icin IL’e 3-4 haftalık
      bir diplomasi penceresi tanıdılar.
         Iran’in bu muharebede stratejisi şöyleydi:
    • Litani Irmagi guneyindeki 30 kadar Sii köyünde inşa edilmiş yuzlerce
      sığınaktan oluşan geniş yeraltı sistemlerinde gerillalar yerleştirildi ve
      ellerine kisa menzilli Katyusha fuzeleri ile omuzustu tanksavar fuzeleri
      verildi.
    • Litani’in kuzeyinde ve Bakaa vadisinde ise bazı uzun menzilli fuze
      bataryalari yerleştirildi.
    • Savas boyunca gerillalar yuzlerce sığınaktan dısarı cıkıp Katyusha
      fuzeleri attılar ve tekrar yeraltına saklandılar. IL, bu yuzlerce
      sığınağı bombalayım derken, mecburen etraftaki sivil halka zarar
      verince, bu sefer dunya medyasinda “Katliam” diye yaygarayı bastılar ve
      bir savas yöntemi olarak, gerek IL’i gerek arkasındaki acik ve gizli
      muttefikleri zor durumda bıraktılar
      .
    • Köylerine IL askeri girince, omuz üstu tanksavar fuzeleriyle IL
      tanklarına ve asker kümelerine karşı öldürücü olabildiler ve tekrar
      sığınaklarina koşup saklanabildiler.
         - HA-Iran savas karargahı (war room) ise, bilindiği kadarı, Beyrut’taki
      Iran elçiliğinin derinlerindeki bir sığınakta yeraldı. Nasrallah ve
      kurmayları, Iranlı komutanlarıyla herseyi oradan yonettiler (Nasrallah
      hala orada olmali). Gözüktügü kadar, IL bu hedefi yerle bir etmek riskini
      almak istemedi veya muttefikler tarafindan boyle bir izin verilmedi. 
      http://www.washtimes.com/national/20060728-123022-5852r.htm
         HA-Iran guçlerine karşı, IL’in başıni cektiği “Muttefikler”in
      stratejisi ise şöyleydi:
    • Savaşın ilk saatlerinde IL hava ve deniz kuvvetleri HA-Iran’in
      uzun-menzilli fuze bataryalarini imha etti ve IL’e karşı “hayati”
      HA-Iran tehdidini ortadan kaldirmiş oldu; aslında daha o zamandan
      savasi kazanmiş oldu. Savaşın ondan sonraki seyri, “muttefik” zaferinin
      ne derecede olacağı üzerinde odaklandi.
    • Savaşın daha ilk günlerinde, IL hava kuvvetleri tarafindan, HA
      güclerine Suriye’den fuze ve silah transfer edecek tüm hava ve kara
      iletişim yolları bombalandı. Radar istasyonları ve benzin depoları gibi
      kritik savas altyapısı imha edildi. HA-Iran güçlerinin elinde sadece iki
      savas yöntemi bırakıldı:
         (a) IL sivil halkına karşı nisbeten zararsız Katyushalar ile
         (b) kara kuvvetlerine karşı nisbeten oldurucu omuz üstu
      tanksavar fuzeler.
    • Bundan sonra butun savas HA güclerini pes ettirmek uzere yapılan
      yoğun hava bombalamasında yogunlastı. Bu meyanda G.Beyrut’taki HA
      mahalleleri ile G.Lubnan’daki HA koyleri gunbegun entansif sekilde
      bombalandi.
    • Il tarafindan sivil hayat kaybını önlemek icin her bomba saldırısından
      once sivil halka terketmesi icin genis ihtarlar yapıldi. Boyle yogun ve
      geniş bir bombalama sonucu “sadece” 1,000’den az sivilin hayatını
      kaybetmiş olması bu gayretlerin sonucudur ve bu boyutta bir savas icin
      bir mucize sayılır.
    • G.Lubnan’daki 30 kadar HA köyündeki yuzlerce gerilla sığınağına  karşı
      IL, kara kuvvetleri tank ve piyade birlikleri yoluyla saldırmaya
      girişmemekle yerinde bir seçim yaptı. Çünkü yeraltında saklanan ve
      arada bir disarı çıkıp omuz üstü tanksavar atesleyen gerillalari altetmek
      icin, boyle sokak çatişmalarında IL ordusu 500’un ustunde asker
      kaybedebilirdi. Bu denli bir kayip ise IL gibi demokratik bir toplum icin
      sozkonusu olmamak bir tarafa, ayni zamanda değmezdi. Cunku ne kadar HA gerillası imha edilirse, Iran ve Suriye destegi mevcut oldukca, birkac ay
      içinde Lubnan Siileri saflarindan yenilerinin gelecegi kesindi.
    • Dolayisiyla, HA’i dize getirmek uzere, G.Beyrut ve G.Lubnan’da HA
      merkezlerinin yoğun bombalanması devam etti. Fakat HA çeşitli nedenlerden rasyonel hareket etmedi ve 34 gun boyunca IL’e 4,000’den fazla Katyusha atmaya devam etti. Katyushalar IL sivil halkına ve tesislerine nisbeten az zarar verdi ve boyle bir savas cercevesinde sivrisinek babında kaldı.
      Ama IL bombalari G.Beyrut ile G.Lubnan’daki HA yerleşimlerini ve
      altyapısını  geniş çapta yerle bir etti. IL’in gerek hava gerek kara
      harekatlari sonucu, HA kuvvetlerinde militan kaybı ise 500-1,500 arasında
      takdir ediliyor (asil rakam mechul çunkü HA gizli tutuyor).
         Ilan edilen ateskes ve 1701 No.lu BM kararı sayesinde, savaşın amaçlarına mümkün mertebe ulaşıldı. Bu amaclar şöyleydi: 

      (a) HA’in IL’e karşı uzun menzilli roket tehdidinin geniş çapta etkisiz
      kılınması;
      (b) HA’in bir daha IL’e saldırmaya karşı geniş derecede korkutulması,
      Nasrallah’in son beyanından belli oldugu gibi: 
      http://news.yahoo.com/s/ap/20060827/ap_on_re_mi_ea/mideast_nasrallah;_ylt=ApGd5tu14JR4AqB8wmeMhuKs0NUE;_ylu=X3oDMTA3OTB1amhuBHNlYwNtdHM-
      (c) G.Lubnan’da HA’in devlet-içinde-devlet ve ozel-ordu statüsünün sona
      erdirilmesi ve silahsizlanması;
      (d) Lubnan ordusu ve BM gucleri yoluyla HA’in G.Lubnan’da sıkı bir
      denetim altına alınması;
      (e) Suriye vasıtasıyla yeni Iran fuze ve silahlarının Lubnan’a girmemesi için sınırların denetime alınması.
         Genel olarak IL kanımca bu savaştan mumkun olan en iyi sonucu aldı. HA
      gibi bir gerilla kuvvetini geniş piyade ve tank kayıplari vermeden imha
      etmeye imkan yoktu. Zaten amaç bu degildi; yakında baslayacak Iran
      saldırısına  zemin hazirlamak uzere, Iran’in G.Lubnan’daki fuze tehdidini
      mumkun mertebe etkisiz kilmak ve denetim altina almaktı. Bu amaca
      erisildi.
         IL yonetimin bu savasta elestirilecek yanlari varsa, onlar da söyle:
    • Hizbullah’in yer altı sistemleri ve omuz üstu tanksavar gibi silah
      donatımı  konusunda istihbarat eksikliği;
    • Kuzey IL’de sivil savunma yönünden kendini gösteren hazırsızlık. Halkın
      buyuk kısmı savaş suresince IL guneyinde kurulacak kamplara taşınabilirdi;
    • Kara harekati konusunda kararsız ve istikrarsiz yonetim. Sirf hava
      harekatiyla yetinip, hic kara harekatina girisilmeseydi, bekli sonuc
      degismezdi, ama IL icin sayılır bir darbe olan 120 askerlik hayat kaybı
      kesinlikle önlenirdi.
         HA tarafina başlıca eleştirim ise şu:
    • Kendi halki ile birlikte Lubnan’in uğradığı genis zararlara tam bir
      kayıtsızlık gosterek, 34 gun boyunca IL’i Katyusha yagmuruna tutması.
      Halbuki aynı ateskes sonuclari belki birkac gun icinde de elde
      edilebilir, bu buyuk mal ve can kaybi onlenebilirdi.
    • Gerisi HA gibi soykırımci bir Arap terör örgutunden tam beklediğimdi:
      Sivil halka yonelik azami hayat kaybı hedefleyen bir fuze harekatı.
         HA’a karsi kazanılacak nihai zafer’e gelince, bu ancak HA’in patronu olan
      Iran rejiminin bertaraf edilmesiyle sağlanacak bir sonuçtur. Zaten
      goruldugu kadari, ABD, IL ve tum diğer muttefikler, artık geride kalan
      HA sorunuyla uğraşmak yerine, Iran’a hedeflenen saldırı uzerinde
      çalışıyorlar. 
      http://www.sabah.com.tr/2006/08/26/yaz08-40-115.html

         Kısacasi... “Gecti Beyrut’un pazari, sur esegi Tahran’a!”

         ..........
         Evet böyle diyor, siyonistler..
         Şimdi hedef, İran.
         Bu hedefe yönlendirenler belli de, hedefe yük taşıyacak “eşşekler” karar verme aşamasında..
         Eşşeğe  binecekler, yük vuracaklar, İsrail’e kalkan olacak  yük katarının önüne dizecekler..Olmazsa arkasına takacaklar..
         Bütün mesele “eşşek” olup olmamak..
         Neymiş?
         “İlan edilen ateskes ve 1701 No.lu BM kararı sayesinde, savaşın amaçlarına mümkün mertebe ulaşılmış”

         BM’nni aldığı karala hedeflenen neymiş?

         “Hizbullah (HA)’ın  İsrail(IL)’e karşı uzun menzilli roket tehdidinin geniş çapta etkisiz
      kılınması;  HA’in bir daha IL’e saldırmaya karşı geniş derecede korkutulması,
      G.Lubnan’da HA’in devlet-içinde-devlet ve ozel-ordu statusünün sona
      erdirilmesi ve silahsizlanması;
      Lubnan ordusu ve BM güçleri yoluyla HA’in G.Lubnan’da sıkı bir
      denetim altına alınması;
         Suriye vasitasiyla yeni Iran fuze ve silahlarının Lubnan’a girmemesi için sınırların denetime alınması...”

         Daha açıkçası:

         “..yakında baslayacak Iran
      saldırısına  zemin hazirlamak uzere, Iran’in G.Lubnan’daki fuze tehdidini
      mumkun mertebe etkisiz kilmak ve denetim altına almaktı. Bu amaca
      erişildi. “
         Yani olacak bir İran saldırısında, İran’n İsrail’i hedef almaması için kalkan ve taraf olacak, taraf sayılacak “müttefikler”oluşturuluyor..Tıpkı 1. dünya savaşında Alman gemilerine  bayrağımız  takılarak, “taraf”, onların açık ifadesiyle “müttefik” yapıldığımız  gibi..
         Türkiye, en önde değilse  geriden destek veriyor, asker, donanma  gönderiyor..
         Olaya MGK sesiz. AKP hükümeti, 29 Ağustos 2006 günü Bakanlar kurulunu toplayarak Lübnan’a asker gönderilmesi kararını açıkladı. Okyanus ötesinden verilen  karara uyma doğrultusunda  Hükümet teskeresi hazırlanarak; 5 Eylül 2006 Salı günü TBMM ‘ nin gündemine getirilmesi için TBMM olağan üstü toplantıya çağrıldı.
         Türkiye, asırlarca  dünyaya nizam vermiş bir  milleltin,
         Ve asırlarca halkların burnunu kanatmamış kerim bir imparatorluğun mirascısı olarak , olaylara kendi şekil verene, kendine  göre yönlendirene, dağılan taneleri  -milletlerin ortak çıkarına uygun tarzda adaletle – yeniden düzüne kadar kadar  Türkiye, birileri tarafından çizilen yola düzülen katarı olamamlıdır.
         Lübnan’a asker göndermek Amerika’nın isteği, İsrail’in güvenliği içindir.
         Ve Osmanlıyı paylaşma projesininz devamı, gevşeyen vidaları sıkma anlamına gelen  Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesinin hayata geçirilmesidir.
         Lübnan’a giden Mehmetçik ne yapacak?
         İsrail’in güvenliğini sağlayacak, Amerika ‘ya ve İsrail’e karşı direnen Müslüman halkları “gerekirse”  kurşunlayacak. Yada kurşunlayana “lojistik” destek sağlayacak.
         En azından “bayrak salayarak” sizden yana tarafım anlamında psikolojik destek verecek.
         Çanakkaleyi geçemeyenlere; Anadolu,  bir baştan bir başa açılacak. İngiliz-Amerika ve İsrail için hava, deniz  limanlarımız açılacak, karayollarımız emirlerine sunulacak.. Şayet ölen olursa, “İsrail için  feda” olacak. Türk askeri’nin Lübnan da İsrail lehine çatışmaya sürülmesi, belki despot krallıklar ve diğer yönetimlerin hoşuna gidebilir ama Müslüman Ortadoğu halkları ve tüm ezilen milletlerle aramızda yüzyıllarca sürecek bir kopuşa, güvensizliğe  neden olacaktır. İngiliz’in Amerika’nın  ve  İsrail’in asıl istediği, “cezayir” örneğinde olduğu gibi Türkiye’inin  her şattta “mazlumların yanında olma” siyasetinin, bu yöndeki imajının  milletlerin hafızasından kazınmasıdır.
         Ve  vatanını savunmaktan başka suçu olmayan bir millete “çete”, idarecilerine “asi” yaftası takan “dünya” denen “glabol eşkıya”ya çok değil  80 sene önce direnen, yokluklar içinde canı kanı pahasına  kurtuluş savaşını vererek yurdunu savunan, bütün ezilen milletlere örnek olan;
         Türkiye, yanlışa düşme!..
         Güvenliğini sağlamak ve saldırıyı önlemek” için savaşı başlatan, insanlık dışı katliam ve yıkıma sabep olan  İsrail’in güvenliği; ancak ve ancak İsrail’e asker “konuşlandırılarak” onun elindeki savaş makinasını durdurup, kontrol ederek sağlanır, İsrail’in  başta Filistin olmak üzere komşularına saldırısını önleyerek alınabilir.
         Aksi durum yanlış olur ve mazlumun elini zalime karşı bağlamaktan başka bir işe yaramaz..
         Lübnan’a asker gönderen irade keşke millletin olsa..
         Bu irede;
         1945 den sonra  kurulan “düzen”de yönünü bir yerlere dönen  sözde “demokratik cumhuriyet” adıyla şekillenen,

         1960 gece baskınında “NATO’ya CENTO’ ya bağlılık yemini eden,

         12 Eylül Cunta harakatında okyanus ötesi yatak odalarında  “Bizim çocuklar” diye övülen  “ourboys”ların kurdukları sistemdir.
         Ve glabal düzencilere  en önemli destek aslında içerde; kadın kılığından erkek  tüyüne herşeye müdahil olan MGK’denen mekanizmanın  nedense  “1 Mart tezkeresi” öncesi “sessiz duruşu” gibi, - en yüksek protololle - 2006 Ağustos sonunu gecesinde  yapılan  gayet çağdaş(!)” vals”ıdır..
         Bu nları alta korsanız,
         Erdoğan’ın gücünün üstündeki güçlerin ABD ekseninde “İsrail’i koruma”,  siyanistlerin açıkça söyledikleri gibi İran’a karşı “müttefik” yürüyüşüdür..
         Siirt’te yasal zeminde yapılmış seçimi iptal ettirip, birilerini ber yerlere getirmek için hukukki zemin oluşturanların..
         Ve bu zemine meşruiyet kazandıranların”katkı verişi” ve  “sessiz duruşu”dur
         Kim bilir glabol eşkiyanın, bölgemizdeki  son “altın vuruşu”dur.
         Haydi TBMM, görev sende!..
         Sen, “Eşşeği sür”.. 

    Necati  Çavdar

    İran’ın Nükleer Programı ve Arkasındaki Gerçekler
    Yrd. Doç. Dr. Kenan Dagci*
    ABD’li gazeteci ve yazarlardan birisi olan John K. Cooley, geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir makalesinde 1960’lı ve 70’li yıllarda ABD Başkanı Nixon’un Dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir ile anlaşarak İsrail’in Nükleer Silah geliştirme programına nasıl başladıklarını yazdı. Cooley’e göre 1967 Arap-İsrail Savaşının ardından, Orta Doğu’nun karmaşa içindeyken, Amerikan İstihbaratı İsrail’in Nükleer Silah için gerekli tüm parçalara sahip olduğunu, işin birleştirmeye ve Nükleer Silah denemesinin yapılması noktasına kadar geldiğini belgelendirdi. Buradan anlaşılacağı gibi İsrail 1960’lı yıllardan beri Nükleer Silaha sahip bir ülke. 
    Cooley’in verdiği İsrail örneği bugün, İran bağlamında, uluslararası kamuoyunda tartışılmakta olan Kitle İmha Silahlarının (KİS) yayılmasına neden olan faktörlerin tahlil edilmesi için önemli bir argüman oluşturmakta.
    İsrail’in 1960’tan beri Nükleer Silah geliştirmesine sessiz kalan, aynı zamanda destekleyen ABD, Sovyetler Birliği’nin 1949’da Nükleer Silah geliştirmeyi başarması sonucu o zamanki en yakın müttefiki İngiltere ile de Nükleer teknoloji transferi konusunda işbirliği yaptı. Nitekim İngiltere ilk Nükleer Silah denemesini 1952’de gerçekleştirmiştir. Arkasından Fransa geliştirdiği ilk Nükleer Silahını 1960’ta denemiştir. Elbette Nükleer Silahların yayılması ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve İsrail ile sınırlı kalmamıştır. Aynı zamanda, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ilk denemesini 1964’te, Hindistan 1974’te, Pakistan ise 1998’de gerçekleştirmiştir. Kuzey Kore’nin ise nükleer silah yapımında kullanılan araçlara ve atma vasıtalarına sahip olduğu bilinmektedir. Bugün dünya genelinde Kuzey Kore ile birlikte 9 Nükleer Devletin olduğunu söylemek mümkün.
    Bilindiği gibi 1945’te ilk nükleer silahı yapan ve bu silahı Hiroşima ve Nagazaki’de savaş ortamında kullanan ülke ABD’nin kendisiydi. Bu silahın kullanılması sonucu yüz binlerce insan hayatını kaybetti, milyonlarca insan da uzun yıllar radyasyonun etkisine maruz kaldı. Sonuç bir felaket oldu. Günümüzde KİS’in yayılmasının engellenmesi için çaba sarf eden devletlerin başını çeken ABD, uluslar arası toplumun önüne özellikle nükleer silahların yayılmasının dünyanın sonunu getireceği argümanı ile çıkmakta. Şüphesiz öne sürülen bu argüman hiç kimsenin reddedemeyeceği bir gerçek. Ancak, “Büyük Orta Doğu Projesi” ile bölgeye demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerleri getireceğini ilan eden ABD’nin Afganistan ve Irak Savaşları sonucu kaos ve terörden başka bir şey getirmediğini tüm dünya kamuoyu tanık oldu. Aynı zamanda nükleer silahların yayılma trendine baktığımız zaman bu gelişmelerde ABD’nin doğrudan ya da dolaylı olarak katkısının olduğu görülmekte. Realist teorisyenlerin öne sürdüğü gibi çatışmalar güç peşinde koşan devletlerin eseridir. ABD’nin nükleer silah geliştirmesi iki kutuplu uluslararası sistemde Sovyetler Birliği’nin de Nükleer Silah elde etmesiyle sonuçlanmıştı.
    İran Nükleer Programı nedeniyle neden birkaç yıldır gündeme gelmekte?
    İran’ın nükleer programı devam ettirebilmek için uluslararası toplumla çatışmayı göze almaktadır. Bir devleti bu derecede kararlı kılan bir çok etken olabilir. Bana göre İran’ı bu noktaya getiren iki önemli faktör vardır. Bu iki önemli faktörün anlaşılması bugünkü İran Nükleer Programı konusunda tırmanan krize de çözüm olabilir. Bu faktörlerden birincisini “Tecrit Politikası”, ikincisini ise “Güvenlik Sorunu” oluşturmaktadır. Bu her iki faktörün etkin olmasında ABD ve AB’nin de hatırı sayılır bir katkısının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Amerikan Yönetimi özellikle Şah’ın devrildiği 1979 İran devriminden günümüze kadar İran’ı uluslararası toplumdan dışlamış, o günden bugüne kadar birçok zeminde İran’daki rejimi devireceklerini ifade etmekten geri durmamıştır. Benzer şekilde, ABD’nin dışındaki batılı devletler de aynı politikayı devam ettirmiştir. Örneğin Avrupa Birliği bir çok Orta Doğu ülkeleri için değişik isimlerde (Barselona, Komşuluk Politikası vb.) programlar, işbirliği yada ortaklık anlaşmaları geliştirmiştir. Ancak özellikle, 1979 sonrasında bu tür yaklaşımlarda İran’ın yeri olmamıştır. Dolayısıyla İran’ın bugünkü konuma gelmesinde ABD ve AB’nin tecrit politikaları da etkili olmuştur. Bunlar İran’ı uluslararası toplumdan dışlayan ve marjinalleştiren politikalardır.
    İran’ı bu günkü konuma getiren bir diğer faktör de güvenlik sorunudur. ABD’nin Afganistan ve Irak Savaşlarıyla bölgeye yerleştiği ve bu ülkelerde fiilen denetimi eline geçirdiğini görmekteyiz. Her ne kadar bu ülkelerde demokratik seçimlerin yapıldığı dolayısıyla demokratik yönetimlerin olduğu öne sürülse de fiilen denetimin ABD’de olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla İran’ı uzun süreden beri tehdit eden aynı zamanda İsrail’in en önemli müttefiki durumunda bulunan ABD fiilen komşu olmuş durumda. ABD’nin Orta Doğu’daki konumunu güçlendirmesi, İran ve rejiminin varlığını devam ettirebilmesi için çok önemli bir Güvenlik Sorunu olarak görülmektedir.
    Sonuç ve Öneriler
    “Tecrit Politikası” yerine işbirliği; Güvenlik sorunu yerine, “güven arttırıcı” önlemler ele alınmalı. (Detayı bir başka çalışmada etraflıca incelenecektir)
    TASAM Küresel ve Bölgesel Güç Merkezleri Çalışma Grubu Proje Yöneticisi ve Kocaeli Ünv. İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

    AB'nin geleceği var mı?

    Yrd. Doç. Dr. Kenan Dagci*
    Türkiye ve Hirvatistan'dan sonra 15-16 Aralik 2005'te toplanan Avrupa Birligi Hükümet ve Devlet Baskanlari zirvesinde Makedonya Cumhuriyeti'ne de “aday üyelik” statüsü verildi. Böylece AB'ye tam üye olmak için bekleyen ülke sayisi üçe çikti. Bagimsizligini kazanmasindan sonra büyük olasilikla Kosava'ya da “aday ülke” statüsü verilecek. Ayrica AB resmi yetkililerince Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Sirbistan-Karadag da potansiyel aday ülke olarak gösterilmekte. Bu ülkeler arasinda Bosna-Hersek'in kisa bir süre sonra aday ülke olarak ilan edilmesine kesin gözüyle bakiliyor. Daha simdiden bahsedilen ülkelerle ilgili olarak AB'nin çesitli girisimleri söz konusu. Ülkemizde “AB dagilacak, AB'nin gelecegi yok” gibi söylemlerle bazi aydinlar ön plana çiksa da AB genislemesine devam ediyor ve devam edecege de benziyor.
    Türkiye'de oldugu gibi aslinda Avrupa Birligi ülkelerinde de bir takim gruplar, siyasi partiler ve aydinlar AB'nin daha fazla genislemesinin AB'nin sonunu getirecegi endisesini paylasmakta. Ancak, bu noktada karsimiza çikan en önemli olgu “Stratejik Vizyon” olgusudur. Meseleye stratejik boyutlarla bakildiginda AB'nin gelecegi hakkinda daha belirgin sonuçlar elde edilebilir. AB tarafindan ya da Türkiye tarafindan da olsa bu meseleye stratejik bir vizyonla bakmak gerekir. AB nedir? Niçin kurulmustur? AB neye hizmet etmektedir? AB'nin genislememe gibi bir seçenegi var mi? Türkiye AB genislemesi disinda kalabilir mi? Bu sorulara stratejik bir vizyonla cevaplar aradigimizda AB'nin gelecegi konusunda mantikli sonuçlara ulasabiliriz.
    AB Nedir?
    AB her seyden önce bir hukuk toplulugudur. 55 yillik bir sinerjinin sonucu ortay çikmis, ortak aklin hakim oldugu bir topluluk. AB'ye bakarken ona bir topluluk çerçevesinde bakmak gerekir. Zira AB'ye üye ülkelerin her birinin kendine münhasir yapilari ve çikarlari vardir. AB her ne kadar 55 yildir ekonomik anlamda bütünlesmeyi saglamis olsa da adalet, içisleri ve dis politika gibi konularda bütünlesmeyi saglamis degildir. Henüz siyasal birlik gerçeklestirilebilmis degildir. Bu nedenle, bütünlesmenin saglanamadigi alanlarda, AB'ye üye ülkelerin farkli davranislarda bulunmalarini AB'nin davranisi olarak algilamamak gerekir. Çogu zaman ülkemizde AB'ye karsi olusan tepkilerin altinda yatan temel unsuru bu saik olusturmaktadir. AB üyesi herhangi bir ülkenin olumsuz davranislari AB'nin davranisi olarak degerlendirilmektedir. Oysaki bu yanlis bir düsüncedir. Türkiye, AB ile iliskilerinde bu ince ayrimi çok iyi degerlendirmelidir.
    AB Niçin Kurulmustur?
    AB'nin kurulusunun altinda Avrupa'da asirlardir süre gelen savas ve yikimlarin sona erdirilmesi fikri yatmaktadir. Avrupa'da bir daha yikimlarin olmamasi, barisin, refah ve güvenligin tesisi için AB kurulmustur. Bunu gerçeklestirebilmek için Avrupa kitasinin bir bölümünde degil tamaminda bütünlesmenin gerçeklestirilmesi gerekir. Bosna drami ve Kosova gibi tecrübelerden de anlasilmaktadir ki belirli bir bölgede gerçeklestirilen “refah ve güvenlik” alani tek basina yeterli olmamaktadir. Böyle bir ortamin uzun süre idame ettirilebilmesi zordur. Yani basinda istikrarsizliklarin oldugu, terör olaylari ya da savaslarin meydana geldigi bir bölgede AB'nin bahsedilen amaçlarini gerçeklestirilebilmesi mümkün degildir.
    AB neye hizmet etmektedir?
    AB ortak çikarlara hizmet etmektedir. Bugün AB'nin 25 üye ülkesi vardir. Dolayisiyla AB dogrudan 25 üye ülkenin çikarlarina hizmet etmektedir. AB'nin tam üye olmayan Türkiye'nin veya bir baska ülkenin çikarlarina hizmet etmesini beklemek rasyonel bir bakis açisini yansitmaz. Ancak yukarida belirtilen teze bagli olarak AB meydana getirdigi “refah ve güvenlik alani”ni sürdürebilmek için basta yakin komsularini içine almak üzere bütünlesme sürecini devam ettirmek zorundadir. Dolayisiyla AB ancak tam üye oldugunda Türkiye'nin çikarlarina hizmet eder.
    AB'nin genislememe gibi bir seçenegi var mi?
    AB'nin genislememe gibi bir seçenegi vardir. Ancak bu 1951'den beri süre gelen gelisme dinamiklerini zayiflatir. AB bugünkü enerjisini genislemelerden almaktadir. Genisleme AB'nin motorudur. AB genisleme ile birlikte bir çekim merkezi olma özelligini devam ettirebilmektedir. Içinde bulundugumuz küresellesme sürecinde; ABD, Çin, Rusya, Japonya gibi büyük güçlerin kiyasiya rekabet ettigi bir ortamda Almanya, Fransa ve Ingiltere dahi rekabet güçlerini genisleyen AB'den almaktadirlar. Genislemenin durmasi sadece AB'yi degil küresel ekonomik ve politik ortamin dinamiklerini de etkiler. Içinde bulundugumuz Avrupa kitasinda özellikle Sovyetler Birligi'nin dagilmasiyla ortaya çikan yeni politik ortamda, AB'nin genisleme kapsamina aldigi ülkelerde çatismalarin meydana gelmedigi görülmüstür. Genisleme disinda kalan diger Dogu Avrupa ülkelerinde meydana gelen etnik çatismalar bu açidan oldukça dikkat çekicidir. Bu nedenle AB'nin genislemesi uluslar arasi baris ve istikrara da hizmet etmektedir.
    Türkiye AB Genislemesi Disinda Kalabilir mi?
    Türkiye'nin AB genislemesi disinda kalmamasi gerekir. Bütünlesmis bir Avrupa'nin disinda kalmasi Türkiye'nin çikarina degildir. Türkiye köklü tarihi ve kültürel baglariyla bagli oldugu Balkanlar, Orta Asya, Orta Dogu ve Kuzey Afrika ülkeleri için de mesuliyet altindadir. AB, Türkiye için 55 yillik basarili bir bütünlesme modelidir. Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasindan bahsedilen bölgeler de olumlu olarak etkilenecektir. AB hukuk birligidir. Bu nedenle, Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasi onu özellikle AB karar mekanizmalarinda etkin bir duruma getirecektir. Türkiye'nin AB ve imkanlarini arkasina almasi tarihi ve kültürel baglari olan bölgelere yapacagi katkilari da arttirir.
    Ancak her seye ragmen Türkiye genislemenin disinda da kalabilir. Türkiye'nin AB'ye katiliminin, AB bütçe programina göre, 2014 yilindan önce gerçeklesemeyecegi bilinmektedir. Bu nedenle, müzakere sürecinin uzun yillar alabilecegi söylenebilir. Neticede müzakereler sonuçlansa bile, AB'ye üye ülkeler müzakere sonucunda Türkiye ile yapilacak olan “Katilim Anlasmasi”ni onaylayip onaylamamakta serbestler. Dolayisiyla, simdiden bir tahminde bulunmak mümkün degildir.
    Müzakerelerin bitiminde Katilim Anlasmasi'nin hazirlanmis olmasi Türkiye'nin AB müktesebatini iç hukukuna geçirmis oldugu anlamina gelmektedir. Bu asamada AB'ye tam üye olmasa bile Türkiye'nin AB'nin 55 yillik bilgi birikimi ve tecrübesine sahip olmasi büyük bir kazanim olacaktir. Bugün 39 yas ortalamasina sahip bir Avrupa'nin bundan 20 yil sonra demografik durumu göz önünde bulunduruldugunda Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasinin ya da genisleme disinda kalmasinin ne anlama geldigi o zaman daha iyi degerlendirilebilecektir.
    * Türkasya Straejik Arastirmalar Merkezi (TASAM)  Küresel ve Bölgesel Güç Merkezleri Proje Yöneticisi, AB Uzmani

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder