7 Mart 2018 Çarşamba

ÇIRPINIRDIN KARADENİZ - Ahmed Cevad

Rus işgaline direndiği için   Josef Stalin'in emriyle 1937 yılında idam edilen- ve bu yüzden de -
Mezarı bile belli olmayan,
AHMET CEVAT ile ilgili görsel sonucu
“SUSMARAM!”... (ƏHMƏD CAVAD) ile ilgili görsel sonucu
ahmet cevat çırpınırdı karadeniz ile ilgili görsel sonucu


Türkiye’de şarkısıyla meşhur olan “Çırpınırdın Karadeniz” şiiri, 1914 sonunda Azeri şair Ahmed Cevad tarafından yazıldı. Azerbaycan bağımsızlığın simgesi olan şair, Stalin döneminde 1937 yılında kurşuna dizildi.
 
Ahmed Cevad (Azerbaycan’lı milli şair)
Önce bu meşhur şiiri yazan Ahmed Cevad’ı tanıyalım: 5 Mayıs 1892’de Şemkir İlçesinin Seyfeli köyünde dünya ya geldi. Gence’de ki medrese eğitimi sırasında Arapça, Farsça ve Rusça öğrendi.  İlk şiirini yazdı. 1912’de Kaskas Gönüllü Kıtası’na katılarak Osmanlı askerinin yanında Balkan Savaşı’nda harp etti.
Savaştan sonra ülkesine dönen Ahmed Cevad öğretmen olarak çalıştı. Azerbaycan aydınlarının bir kısmında Rusya’da yükselmeye başlayan Sosyalist düşünceye yakınlık başlamışken; bir kısmın da millet şuurunun uyandırılması fikri canlanmıştır. Ahmed Cevad ikinci guruptadır. Vatan, bayrak, iman ve Türk birliği temalı şiirler yazar. En ünlü şiirlerinden “Çırpınırdın Karadeniz” bu dönemin ürünüdür.
Bu şiir 1914’te yazılmıştır. Yavuz’un 29 Ekim 1914’te Kerç çıkışına döşediği mayınlara çarparak batan Kazbek adlı Rus gemisini, Ahmed Cevad, Balkan Savaşı sırasında efsaneleşen Hamidiye’nin karşısına çıkartmıştır. Belki de savaşın kısıtlı haberleşme imkanlarıyla haber böyle ulaşmıştı Azerbaycan’a
Birinci Dünya Savaş yıllarında Ahmed Cevad yine Osmanlı’nın yanındadır. Azerbaycan Cemiyet-i Hayriyesi’nin yardımlarını Kars, Ardahan, Erzurum ve Trabzon’a ulaşması için çalışır. 1916’da Şükriye hanımla evlenir. Babası razı gelmediği için kaçırmıştır eşini. Aynı ilk kitabı Koşma yayınlanır.
1917 Ekim Devrimi’nde sonra Rus İmparatorluğu’nda yaşayan değişik halklar arasında bağımsızlık umutları belirir. Fakat ne Rusların, ne İngilizlerin hatta ne de Almanların Bakü’de ki zengin petrol kaynaklarını Azerilere bırakmaya niyetleri yoktur. Osmanlı ordusu Kars, Ardahan ve Artvin’i kurtarır ve Azerbaycan yolu açılır. Enver Paşa bu görev için kardeşi Nuri Bey’i düşünür. Rütbesi henüz yarbaydır. Padişah kendisine bütün Kafkas İslam orduları için bir nevi Emirlik Fermanı verir ve bir düzenlemeyle Nuri Bey”Nuri Paşa” olur.
Nuri Paşa, 25 Mayıs 1918’de Gence’ye girer. Nuri Paşa’nın Gence’ye girmesinden üç gün sonra 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan bağımsızlığını ilan eder. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyet’in milli marşını Ahmed Cevad yazar. ( Üzeryir Hacıbeyov’un bestelediği marş, Sovyetlerin yıkılışından sonra tekrar Azerbaycan milli marş oldu.)
Ahmed Cevad, bu tarihten sonra Milli Meclis üyesi olur. Bağımsızlık ve vatan şiirlerinin en coşkulularını yazar o dönem de ikinci kitabı Dalga 1919’da yayınlanır.  İstanbul işgal edilince İstanbul şirini yazar, ancak aynı akıbet Azerbaycan’ında beklemektedir. 28 Nisan 1920’de Kızıl Ordu’nun işgaliyle Azerbaycan bağımsız Cumhuriyet son bulur.

Ahmed Cevad için zor yıllar başlamıştır. Ömrünün sonuna kadar takip altında yaşayacağını bilmesine rağmen ülkesini terk etmez. 1923’te tutuklanır, delil yetersizliğinden serbest bırakılır. 1925’de  “Göygöl” adlı şiirinden dolayı tutuklanır, bir süre sonra bırakılır. 1927’de Azerbaycan Âli Pedagoji Enstitüsü, Tarih ve Filojisi Fakültesi’nden mezun olur. 1927-1934 yılları arasında Gence ve Bakü’de yüksek okullarda ders verir. 1937 yılında tutuklanır beş ay boyunca sorguda işkenceye maruz kalır. 12 Ekim 1937 yılında mahkemeye çıkarılır ve ölüm cezasına çarptırılır. Cezası kurşuna dizilerek infaz edilir Ahmed cevad, o güzel şiir dillerde ölümsüzleşir.
ÇIRPINIRDIN KARADENİZ
Çırpınırdın Karadeniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
“Ah” deyirdin hiç ölmezdim
Düşebilsem ayağına
Ayrı düşmüş dost elinden
Yıllar varki, çarpar sinen
Vefalıdır geldi giden
Yol ver Türk’ün bayrağına
İnciler tak gel yoluna
Sırmalar düz sağına soluna
Fırtınalar dursun yana
Selam Türk’ün bayrağına
Hamidiye, o Türk kanı
Hiçbirinin bitmez şanı
“Kazbek” olsun ilk kurbanı
Selam Türk’ün bayrağına
Dost elinden esen yeller
Bana şiir selam söyler
Olsun bizim bütün eller
Kurban Türk’ün bayrağına
Ahmed Cevad
(bu şiir 1914 yazılmış hala dillerde coşmaya devam ediyor. )

Adnan Güllü
Tarih Araştırmacısı
/////////////////////////

Çırpınırdın Karadeniz ve AHMED CEVAD’IN HİKÂYESİ

https://www.altayli.net/ahmed-cevadin-hikayesi.html
Turan CAN

Turan CAN


Turan_Can001
Türk Dünyası Şehitlerine ve Turan YAZGAN’a ithaf edilmiştir.
Giriş
Soğuk savaş devri “Dış Türkler” yâda “Esir Türkler”, her anıldığında, Türk Milliyetçilerinin yaptıkları, toplantı ve merasimlerde, istek parçalarının başında ilk hatıra gelen ve hem hüzün hem de insanı coşturan “Çırpınırdın Karadeniz, Bakıp Türkün Bayrağına” adlı şiir, dinleyicilerin çoğu tarafından, yazarı ve bestecisi pek bilinmeyen ve aradan bir asır geçse de unutulmaz şahsiyetlerin arasına girmiş olan, Ahmet Cevat ile Şiir’in bestecisi, Üzeyir Hacıbeyli’yi, yeni nesillerin de tanımasını istedik.
Ahmed Cavad’ın ismi bilhassa ismiyle birlikte hatırlanan “Çırpınırdın Karadeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına”, isimli şiir’iyle yaşamaktadır. Yazarın hayatı ve diğer eserleri ile bestecisi hakkında, Türk ve Azerbaycan matbuatında yapmış olduğumuz araştırmalardan kısaca söz etmek istiyoruz.
Sözleri, 15 Kasım 1914 senesinde Osmanlı’nın 1. Cihan Savaşında iştirakini büyük bir heyecanla izleyen Azerbaycan’ın milli şairi Ahmed Cevad tarafından yazılmıştır. 1918 yılının başlarında ünlü Azerbaycan bestecisi ve fikir adamı Üzeyir Hacıbeyli tarafından, Nuri Paşa komutasındaki Türk ordusu’nun Azerbaycan Türklerini soykırımdan kurtarmak amacıyla Azerbaycan’a gönderilmesi nedeni ile bestelenmiştir. Eser şiir şeklinde ilk kez 1919 senesinde Ahmed Cevad’ın ikinci şiir kitabı olan “Dalga”’da çıkmıştır. Şiirin el yazması, Ahmed Cevad, Bolşevikler tarafından hapse atıldığı zaman, şairin bu şiir ve diğer eserlerinin, el yazmalarıyla birlikte el konulduğu, sonrasında ise yakıldığı tahmin edilmektedir.
Eserin Üzeyir Hacıbeyli Beyin el yazısı ile yazılmış notası da bulunmamaktadır. “Çırpınırdın Karadeniz”’in notasının 1918 senesinde bestecisinin evi Ermeniler tarafından yakıldığı zaman veya Azerbaycan Halk Cumhuriyeti dağıldıktan sonra Hacıbeyli İran’a zorunlu muhaceret ettiği dönemde kaybolduğu düşünülmektedir.
Hazırda kullanılan nota ise, 1990 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Profesör’ü Dr. Süleyman Şenel, tarafından Üzeyir Hacıbeyli ev müzesine takdim edilmiştir. “Çırpınırdın Karadeniz” eseri 1920 yılından sonra Azerbaycan’da ilk kez 10 Mart 1992 yılında Ahmed Cevad’ın Cumhuriyet sarayında düzenlenen 100 yıllık jübile gecesinde seslendirilmiştir.
Ahmed_Cevad[1]Çırpınırdın Karadeniz, şiirinin yazarı,
Ahmed CEVAD, (1892–1937) 

Azerbaycan Milli Şairi/Fikir Adamı
Ahmet Cevad (Cavad Ahundzade) 5 Mayıs 1892’de Gence yakınlarındaki Şamhor bölgesinin Seyfeli köyünde doğdu. Ahund olan dedesi Güney Azerbaycan göçmeniydi. Babası Mehmet Ali, köy içersinde molla olarak tanınsa da, din adamı değildi. Okur-yazar ve kültürlü olması nedeniyle onu böyle çağırırlardı.
Altı yaşında babasını kaybetti. Annesi ile birlikte Gence şehrinde yaşayan üvey kardeşlerinin yanına gitti. Onların maddi desteği ile 1906’da, Gence’de Şah Abbas mescidi bünyesindeki medreseye girdi. İlk tahsilini Köy okulunda, molla medrese’de alan ve 7 yaşındayken Kur’an okumayı başaran Ahmed Cevad, medresenin de en kabiliyetli talebelerinden biri olarak öne çıktı. Medresede Arap, Fars ve Rus dillerini öğrendi. Yabancı diller dışında tarih ve edebiyatla ilgilendi. İlk şiirlerini de medresede okuduğu yıllarda yazdı. Hocası, tenkitçi ve edebiyat tarihçisi Abdullah Sur’un (1883–1912) değerli tavsiyelerini aldı.
Bazı kaynaklarda Ahmed Cevad’ın medreseyi bitirdiği 1912’de, Balkan Savaşı sırasında İstanbul’da teşkil edilen, Kafkas gönüllü kıtası içinde Trakya cephesinde savaştığı bildirilir. Çok genç olmasına rağmen, XX. yüzyıl başlarında Azeri şairler içinde Türkçülüğü ilk defa terennüm eden, Türk milliyetçiliği fikrini ortaya atanlardan bir de Ahmed Cevad’dır.
1913’te öğretmen olarak çalışmaya başlar. 1915–1916 yılları arasında Gürcistan’ın başkenti Batum’da yaşar. Buranın ileri gelen zengin ailelerinden Süleyman Bey Recanizade’nin kızı Şükrüye hanımla evlenir. Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sırasında, kendi memleketlerinde Ermeni ve Rus zulmüne uğramış Türklere yardımda bulunur.
1920’de Azerbaycan’ın Bolşevik Rusya tarafından işgalinden sonra Ahmed Cevad için zor ve meşakkatli, tahkirler ve takiplerle dolu bir hayat başlar. 1923 sonlarına doğru gizli polis-çeka tarafından tutuklansa da bir müddet sonra suçluluğu ispatlanamadığından serbest bırakılır. Lakin gizli takipler hayatının sonuna kadar devam eder.
1922’de Üniversitelere dâhil olma imkânı bulan işçi fakültesini, 1925’te ise Ali Pedegoloji Enstitüsü’nü bitirir. 1924–1926 yılları arasında Bakü’de Edebiyat Cemiyeti’nin başkanlığını yapar. 1925 yılından itibaren ise “İnkılâp ve Medeniyet” dergisinin mes’ul müdürlüğü görevinde bulunur. 1927–1934 yılları arasında Bakü ve Gence’deki yüksek okullarda ve enstitülerde Azeri Türkçesi ve Edebiyat öğretmeni olarak görev yapar.
1935’te yeniden Bakü’ye döner ve Azerneşre’de (Azerbaycan Devlet Neşriyat Kuruluşu’nda işe başlar. 1936 yılı sonlarına doğru, Türkiye’ye hayranlık duyması ve Türkiye matbuatında şiirlerinin yayınlanması nedeniyle görevinden alınır. 1931’den beri açık şekilde devam eden takip ve suçlamalar, gazeteler vasıtasıyla yayılan karalama ve iftiralar dozunu daha da artırır.
Ahmed Cevad 1937’de karşı-devrimci faaliyette ve Pantürkizm gibi sahte ve uyduruk suçlamalarla tutuklanır ve askeri mahkemenin kararıyla idam cezasına mahkûm edilir. 1937 sonlarında şair, kurşuna dizilir.
Ahmed Cevad’ın şair kişiliği, onun 1920 Bolşevik ihtilaline kadar yazdığı şiirlerde kendisini göstermektedir. 1920–1936 yılları arasında Şair, devamlı ve katı bir kontrol altında olduğundan; onun her yeni şiirinde, her mısrasında siyasi bir renk, siyasi bir mana ve ifade aranırdı. Hatta duygusal ve kederli şiirleri bile onun yeni rejime muhalefetinin sembolü olarak değerlendirilirdi. Bolşevik rejiminin baskısıyla pişmanlık ve itiraflara zorlanan şair, bazen kendi düşünce ve fikirlerine aykırı nazımlar yazmak zorunda kalmıştır. Mesela birkaç mısrasını örnek aldığımız “Moskova” (1930) şiiri gibi;
Men bu günkü görüş’ten evveller çok uzağdım,
Bilmedim, Moskova’ya düşman gözüyle bakdım

Uyarak gençliğimde Müsavatın sözüne,

Yıllar boyu göz yumdum hakikatin özüne
Azerbaycan’ın istiklaline yalnız şiirleri ile değil, kişisel mücadelesiyle de katılan Ahmed Cevad, 1918’de Türk Ordusunun saflarında Bakü’ye gelir, hürriyet ve özgürlüğüne kavuşmuş Azerbaycan’ı, Müslüman dünyasında ilk cumhuriyet olan Azerbaycan Cumhuriyeti’ni öven ateşli şiirler yazar, bütün varlığıyla Türkçülük, Çağdaşlık ve Müslümanlık temeli üzerinde oluşmağa başlayan yeni, milli kültür hayatına katılır. 1916’da “Koşma”, 1919’da “Dalga” adlı şiir kitapları yayınlanır. Uzun yıllar ilk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik yapar. Daha çok lirik şiirler yazan şair, şiirlerinde halk hayatını ve tabiatı konu almıştır. Yapılan araştırmalara göre, “Sesli Kız” ve “Kür”, adlı iki şiir kitabı daha vardır. Ayrıca başka dillerden çevirilerde yapmıştır. Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Şota Rustavelli’nin “Pelenk Derisi Giymiş Pehlivan” adlı eserleri, onun kalemiyle Azeri diline kazandırılmıştır.
1955‘de SSCB Baş Savcısı, şaire karşı ileri sürülen ithamların asılsız olduğunu belirtti ve Ahmed Cevad’a ölümünden sonra beraat verdi. Suçsuzluğu geç de olsa anlaşılmış, Sovyet Rusya tarafından itibarı 1955 yılında iade edilmiştir. Şiirleri, kitap halinde Türkiye’de yayınlanan ilk XX. yüzyıl Azerbaycan şairlerinden biridir.
Eserleri:
Koşma, Şiirler Mecmuası, 1916 Bakü. Dalga, Şiirler Mecmuası, 1919 Bakü. Ölümünden sonra yayınlanan Şiirler 1958 Bakü, yayın tarihleri bilinmemekle beraber, Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Şota Rustavelli’nin “Pelenk Derisi Giymiş Pehlivan” adlı eserleri ile Sesli Kız” ve “Kür”, adlı iki şiir kitabı daha vardır. Ayrıca “Ne Gördümse”, “Gök Böl” ve “Ben Olaydım” Çırpınırdın Karadeniz, eserleri şiir şeklinde ilk kez 1919 yılında Ahmed Cevad’ın ikinci şiir kitabı olan “Dalga” da çıkmıştır. Azerbaycan Milli Marşı’nın da aynı zamanda müellifidir. Şiirlerinde ağırlıklı olarak romantizm hâkimdir. (Horttan, Yaralı Kuş, Tan Yıldızı, Yazık, Akşamlar), Sovyetler döneminde yazmış olduğu, Biz Kardeş Değimliyiz? Pamuk Destanı, Bir Mayıs Bayramı, Göy, (mavi), Göl, Bayram, Ben Olaydım, Gürcistan şiirlerinde modern hayat ve vatanperverlik gibi temalar işlenmiştir. Şekspir’in “Othello” eserini, Puşkin’in şiirlerini Azerbaycan diline tercüme etmiştir. Şiirin el yazması nüshaları, Ahmed Cevad, Bolşevikler tarafından hapse atıldığı zaman, şairin diğer eserlerinin el yazmaları ile birlikte el konulduğu ve yakıldığı tahmin edilmektedir.
1. Dünya savaşı sırasında Rus işgaline uğrayan Türkiye topraklarında “Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi” ve Kardeş Yardımı Kömeği ” vasıtasıyla Anadolu Türklerine yapmış olduğu yardım faaliyetlerinde ve 1917 tarihlerinde Kardeş Yardımı Kömeği Dergisi’nin yazı kadrosunda görev alan şahsiyetlerden biri de Ahmed Cevad’tır. Şimdiye kadar hakkında birkaç önemli ilmi çalışma yapılmış olsa da bu konu yeteri kadar incelenmiş ve aydınlatılmış değildir.

Uzeyir_Hacibeyli[1]Çırpınırdın Karadeniz Şiirinin Bestecisi, Üzeyir HACIBEYLİ, (1885–1948)
Azerbaycan Milli Şairi/Gazeteci-Yazar ve Kültür Tarihçisi, Opera ve Dram Yazarı, Müzikolog.
1885 yılında dünyaya gelen Üzeyir Hacıbeyli, Azerbaycan profesyonel müzik sanatının kurucusudur. Azerbaycan milli marşını da besteleyen sanatkâr; 20.Yüzyıl Azeri müziğinin büyük klasiği, Türk-Müslüman dünyasında ilk operanın müellifi, gazeteci-yazar ve drama yazarı ve kültür tarihçisidir. 19 Eylül 1885’te Ağcabedi kasabasında doğdu. Babası Ebdülhüseyin Bey asilzade olmakla beraber bir devlet memuruydu.  Şuşa’nın ileri gelen ailelerinden biri olduğundan ilk eğitimini Şuşa’da gördü. Burada önce molla mektebine, daha sonra Rus okuluna devam etti. 1899-1904’te Gürcistan’ın Gori şehrindeki öğretmen okulunda tahsiline devam etti. Daha küçükken şiir ve musikiyle ilgilendi, Gori’de okurken Rus dilini ve edebiyatını mükemmel öğrenmenin yanı sıra, müzik sahasında da dikkat çekecek derecede ilerlemişti. Özellikle de skripka çalmağı öğrenmiş, ayrıca nota bilgisine sahip olmuştu.
Gori öğretmen okulunu bitirdikten sonra, 1904–1905 Azerbaycan’ın Cebrail ilinin Hadrut köyünde öğretmen olarak çalıştı. 1905’in sonlarına doğru milli gazete ve dergi çalışmalarına katılmak, kendisini gazetecilik alanında yetiştirmek için Bakü’ye döndü. Burada saadet okulunda öğretmen olarak işe başladı ve aynı zamanda “Hayat” gazetesinde tercüman olarak da görev aldı. 1906-1907’de ise “Matbuatta istifade olunan siyasi, hukuki, iktisadi ve askeri sözlerinin lügati” eserini yayınladı. 22 Ocak 1908’de, bütün Şark’ta, Türk-İslam dünyasının ilk operası olan “Leyla ve Mecnun” operasını sahneye koydu. Bu eserin librettosunu da besteci, Fuzuli’nin aynı adı taşıyan mesnevisinden aldı. Bu ilk milli opera, Azerbaycan’ın kültür hayatında oldukça önemli bir hadisedir. 1909’da, tanınmış Rus yazarı Nikolai Gogol’un doğumunun 100. yılı kutlanırken, Üzeyir Hacıbeyli onun meşhur “Şinel” (Palto) eserini Azeri Türkçesine çevirmiş ve yayınlatmıştır. 1907-1910’da ise “İkbal”, “Yeni İkbal” gazetelerine, ayrıca “Molla Nasreddin” dergisine “Filankes” mahlasıyla “Oradan-buradan” genel başlığı ile makale ve fıkralar yazdı.
Kısa bir süre “Yeni İkbal” gazetesinin başyazarlığını da yaptı, 1910–1915 arası Üzeyir Hacıbeyli, faal gazetecilikten bir ölçüde uzaklaşarak, bütün zamanını müzik alanına yöneltti. Bu yıllarda bir taraftan müzik eğitimini tamamlamaya, müzik eğitimini çağdaş seviyeye yükseltmeye ve dünya müziğinin klasik örneklerini öğrenmeye, bir taraftan ise yeni eserler ortaya koymaya çabalıyordu. Üzeyir Hacıbeyli, 1911’de Moskova’ya giderek Rusya Müzik Cemiyeti’nin organize ettiği kursa katıldı. 1915’de ise Petersburg Konservatuarı’na girmiş ise de Birinci Dünya Savaşının başlaması nedeniyle buradaki müzik eğitimini yarıda bırakmıştır.
Gazetecilik faaliyeti ve yüksek müzik tahsili alanının yanında, Azerbaycan Milli Müziğini, yeni türler ve eserlerle zenginleştirerek; 1909’da “Er ve Arvad”, 1910’da “O Olmasın, Bu Olsun” (diğer adı” Meşedi İbad”), 1913’te “Arşın Mal Alan” müzikli komedilerini, 1909’da ”Şeyh Senan”, 1910’da “Rüstem ve Söhrab”, 1912’de “Şah Abbas ve Hurşidbanu”, “Aslı ve Kerem”, 1915’te “Leyla ve Harun” opera ve piyeslerini yazar. Bu eserlerin hepsinin librettosunun yazarı da Üzeyir Hacıbeyli’dir. Bu eserleriyle, yalnız milli müzik sanatını değil, aynı zamanda Azerbaycan milli dram sanatını da, bir açıdan zenginleştirmiştir. Bu eserlerin hepsi de yazıldığı dönemde sahneye konulmuş ve büyük ilgiyle karşılanmıştır. Eserleri dünyada atmış dile çevrilmiş ve büyük ilgi görmüştür.
Üzeyir Hacıbeyli 1915’te gazetecilik faaliyetine yeniden dönerek, besteci olan kardeşi Zülfikar Hacıbeyli ve gazeteci Ceyhun Hacıbeyli ile birlikte, Hacıbeyli kardeşlerin müzik cemiyetini kurarak, sadece Azerbaycan’ın değil, tüm Kafkasya’nın Orta Asya ve İran’ın müzik hayatında büyük yenilikler ve hizmetlere imza atmıştır.
1918’de Bakü’de Ermeni soykırımının şiddetlendiği bir devirde, geçici olarak İran’a gitmek zorunda kalmış, ama Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması haberini alınca vatana dönmüş ve Cumhuriyet’in resmi yayın organı olan ”Azerbaycan” gazetesinin başyazarlığına atanmıştır. Üzeyir Hacıbeyli’nin, bu gazete de yayınlanmış ateşli, ihtiraslı, vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları ile dolu yazıları, o dönemde milli hislerin ve vatan sevgisinin uyandırılmasına büyük etkisi olmuş, aynı zamanda tarih sahnesine yeni çıkmış genç Cumhuriyet’in fikir ve düşüncelerini, amaç ve isteklerini ortaya koymuştur.
Azerbaycan’daki 1920 Bolşevik devriminden sonra, “İnce Sanat İşleri İdaresi”’nin müzik bölümü başkanlığına getirilmiştir. 1921’de Bakü’de, Azerbaycan Devlet Türk Müziği Mektebi’ni kurmuştur. 1928–1929 ve daha sonra ise 1938–1948 yıllarında Azerbaycan Devlet Konservatuarı’nın rektörü olmuştur. 1940 yılında profesör olmuş, 1945’te ise yeni kurulan Azerbaycan Bilimler Akademisi’nin akademik üyesi seçilmiştir. 1938’de, SSCB Halk Artisti fahri ünvanı almıştır. Sovyet döneminde Üzeyir Hacıbeyli, müzik teorisi ile daha fazla ilgilenmiş, “Azerbaycan Halk Müziğinin Esasları” adlı temel eserini yazıp yayınlatmıştır.
Üzeyir Hacıbeyli, 23 Kasım 1948’de Bakü’de vefat etmiş ve büyük bir törenle, on binlerce kişinin katıldığı bir matem merasimiyle Bakü’nün “Hiyaban” devlet mezarlığında toprağa verilmiştir.
Üzeyir Hacıbeyli, XX. yüzyıl Azerbaycan kültürüne yalnız büyük bir besteci olarak değil, aynı zamanda etkili bir gazeteci-yazar sıfatıyla girmiş, onun çok sayıdaki makale ve fıkraları, müzikli komedileri, asrın başlarındaki Azeri Türkü’nün hayatını, geçimini, istek ve arzularını, problemlerini ortaya koymuş, aynı zamanda bu problemlerin çözülmesi yolunda onlara manevi destek olmuştur.
Eserleri:
Üzeyir Hacıbeyli, Azerbaycan profesyonel müzik sanatının kurucusudur. Azerbaycan milli marşını da besteleyen sanatkâr; “Şeyh Sanan” (1909), “Rüstem ve Zöhrab” (1910), “Şah Abbas ve Hurşid Banu”(1912), “Aslı ve Kerem” (1912), “Harun ve Leyla” (1915) adlı operalarını ve “Karı ve Koca” (1909–1910), “O Olmazsa Bu Olsun/Meşhedi İbad” (1910–1911) ve “Arşın Mal Alan” (1913), “Leyla ve Mecnun”, Ceyhun Hacıbeyli, ile birlikte,”Halk Müziğinin Esasları”, “Azerbaycan’ın Müziği ve Sanatı Hakkında” adlı eserleri yayınlanmıştır.
2011. doğumunun 125. yılı Türk dünyasında, görkemli bir şekilde kutlanan Üzeyir Hacıbeyli, Türk dünyasının ve doğunun ilk opera eseri olan “Leyla ve Mecnun”u 12 Ocak 1908 yılında besteledi. Olgunluk döneminin en önemli şaheseri olarak kabul edilen ”Köroğlu” operası ise 1937 yılında Bakü’de sergilenmiştir.
Sonuç
Dünyamız, olağanüstü hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemden geçmektedir. Türkiye ve Türk dünyası bu hızlı değişimlerden en çok etkilenen ülke ve toplumlardan biri olmuştur.
Yıllar yılı iletişim kuramadığımız, ortak tarih ve kültürel değerlere sahip olduğumuz kardeş ülkelerle buluşmanın, tanışmanın mutluluğunu yaşıyoruz, yaşamaktayız. Yüzyıllarca ayrı coğrafyalarda yaşamalarına karşın, birbirlerini unutmayan karşılaştıklarında birbirlerini anlamakta güçlük çekmeyen ve sevgi ile kucaklaşan Türk topluluklarının, ortak dilleri ve kültürel değerleri sayesinde aralarındaki zoraki ayrılığın yerini ebedi dostluk bağlarına bırakmıştır.
İnsanların birbirlerini daha iyi tanımaları, daha iyi anlamaları ancak birbirlerinin kültürleri hakkında bilgi sahibi olmaları ile mümkündür. Demirperde nedeniyle ve rejim farklılığından dolayı aynı soydan gelen insanların kültürel birlikteliği kesintiye uğramıştır. Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının 20’nci yılında, arzu edilen seviyede olmasa da, dilde, fikirde, işte birlik, ortaya konulan arzu ve irade, bizi yeniden şevk ve heyecana sevk etmiştir. Ortaya konan çalışma ve sarf edilen gayretler, Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri’nde hazırlanan antoloji ve edebiyat ürünleri incelendiğinde, çok uzun yıllar birbirlerinden kopuk olmalarına karşın Türk dünyasındaki insanların acılarının, sevinçlerinin, beklentilerinin ortak duygu ve düşüncelerde aynı çaba içersinde oldukları görülmektedir.
Geçmişte Türk toplulukları farklı coğrafyalarda olmalarına rağmen, sevinçte, keder’de ve hüzün’de, bu hüznün en güzel örneklerinden biri de, “Çırpınırdın Karadeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına”, Marşı’dır.
Bu konulardaki bilgi eksikliklerini ortadan kaldırmak, Türkiye ve Azerbaycan halkının birbirlerine karşı sevgilerini ve samimiyetlerini bir kez daha vurgulamak son derce önemlidir. Bu onurlu duruşu tarihin tozlu raflarından alıp günümüzün idrakine sunmak, o zor günlerde hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan maddi, manevi ve moral değerleri ve yardımların hemen her türlüsünü yapan bu insanları minnetle ve şükranla yâd etmek insanlığımızın bir gereğidir. Türklük için çekilen acıları ve sıkıntıları kendine ar addetmiş bu çilekeş insanların yaptıkları hizmetleri ve duydukları sevgi ile heyecanı bugün de devam ettirmeye çalışmak, onlara hürmet ve saygı borcumuzun en azından bu şekilde ödeme gayretinde olmak vicdani bir görev ve ödevdir. Bu bağlamda; karşılıksız ve her zaman daim olan kardeşlik ruhunu dünya var oldukça devam ettirilmesi ve yeni nesillere aktarılması her birimizin üzerine düşen tarihi, bir görevdir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu çalışmamızı yeni nesillerin istifadesine sunmaktaki amacımız; iki kardeş devlet arasındaki dostluk ve kardeşlik ilişkilerinin, aynı zamanda hem hüzün hem de neşeli zamanlarımızda bizi heyecanlandıran bu eseri meydana getiren değerli insanlara şükran ve minnet duygularımızı ifade etmek bu değerli şiir, şair ve bestecisini genç nesillerimize tanıtmaktır.
Ahmed Cevad’ın Hayatı, şiirleri ve makalelerinin tam bir tespiti yapılamamıştır. Bu tespit için ayrıca bir çalışma gerektiği ortadadır. Ancak kendisi, şiirleri ve makalelerinin araştırılması ve bir kaynakta toplanması yeni nesillere tanıtılması gereken bir kalem ve fikir adamı olduğu muhakkaktır ve bu yazımızın hedefi ve maksadı, buna işaretten ibarettir.
ÇIRPINIRDI KARADENİZ
Çırpınırdın Kardeniz,
Bakıp Türk’ün bayrağına
“Ah” deyerdin, hiç ölmezdim,
Düşebilsem ayağına.
Ayrı düşmüş dost elinden,
Yıllar var ki, çarpar sinem,
Vefalıdır, geldi giden,
Yol ver Türk’ün bayrağına.
İnciler dök gel yoluna,
Sırmalar düz sağ, soluna
Fırtınalar dursun yana
Selam Türk’ün bayrağına.                                                       
Hamidiye o Türk kanı
Hiç birinin bitmez şanı
Kazbek olsun ilk kurbanı,
Selam Türk’ün bayrağına.
Dost elinden esen yeller,
Bana şiir, selam söyler
Olsun bizim bütün eller,
Kurban Türk’ün bayrağına
15 Aralık 1914, Gence/Azerbaycan
Turan CAN
TİKA-Araştırmacı

Kaynakça
  • Sivil Toplum Kuruluşları Konfederasyonu, tarafından 2008 yılında hazırlanan, “Çırpınırdın Karadeniz, Klip ve Belgesel Film Proje Çalışması” yapılmış olup, bugün bu projenin akıbeti hakkında bilgi sahibi değiliz.
  • Vilayet MUHTAROĞLU, Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, Azerbaycan Türk Edebiyatı, Cilt 4. Kültür Bakanlığı 1993 Ankara
  • Çırpınırdın Karadeniz, Klip ve Belgesel Film Proje Dosyası, notlar.
  • Turan CAN, Azerbaycan Dosyası,  TİKA, 2008 (Yayınlanmamış)
  • Turan CAN, TİKA-Azerbaycan Bilgi Notu, 2010
  • Günay G, ÖZDOĞAN, Bağımsızlığın İlk Yılları, Kültür Bakanlığı, 1994 Ankara
  • Sabuhi AHMEDOV, Azerbaycan Tarihinden Yüz Şahsiyet, 2006 Bakü
  • Gardaş Kömeyi, (Kardeş Yardımı), Tıpkıbasım, 2012 Bakü
  • Ahmet TECİM. (Kardeş Yardımı), Tıpkıbasım, 2012 Bakü
  • Altın Çağ’ın İncisi Köroğlu, Haz: Heyet, Türksoy Yayını, 2011 Ankara
  • ///////////////////////////////////////
  • http://www.yenidenergenekon.com/186-ozgurluk-ve-kahramanlik-sairi-ahmet-cevat/
  • 186) ÖZGÜRLÜK VE KAHRAMANLIK ŞAİRİ: AHMET CEVAT
  • Yayin Tarihi 4 Haziran, 2008
    Kategori KAHRAMANLAR VE BİLGİNLERKATEGORİLENMEMİŞ
    ÖZGÜRLÜK VE KAHRAMANLIK ŞAİRİ:
    AHMET CEVAT
    image00160.jpg
    ————————————————————-
             Milletlerin tarihi ve kültürel derinliğinin en önemli göstergesi edebiyatıdır. Çünkü edebiyat doğrudan doğruya milletin hayatından kaynaklanır ve onu yansıtır.
             Türk Edebiyatı’da Türk milletinin köklü tarihini, engin ruh halini, zengin kültürünü yansıtır. Bu nedenle edebiyatımızda aynen tarihimiz gibi asırlara ve coğrafyaya sığmayan bir karakter taşımaktadır.
             Yusuf Has Hacip’le bilgeliğe doymuş, Kaşgarlı Mahmut’la kendini bulmuş, Dede Korkut’la soy soylamış, boy boylamış, Nasrettin Hoca ile güldürmüş, Yunus Emre ile hakka varmış, Fuzüli ile çöllere düşmüş, Köroğlu’yla coşmuş, Cengiz Aytmatov’la gürlemiştir.
    Görüldüğü gibi Türk milleti zengin bir edebiyatın mirasçısıdır. Fakat bizlerin bu zenginliği yeterince tanıdığı ve faydalandığı söylenemez.
    Milleti millet yapan değerlerin varlığı gibi bu önemli kişilerde kültür hayatımızda, hemen herkesin bildiği, tanıdığı yol göstericiler, ışık tutanlardır. Ama bazıları vardır ki eserleri, düşünceleri yaşadığı halde duyulmamış ve isimleri unutulmuş niceleri bulunmaktadır.
             Eserleriyle, yaşam mücadelesiyle hayatı pahasına katkı sağlamış, Azerbaycan’ın İstiklal şairi Ahmet Cevat’ta bunlardan biridir.    
             Tanıtmaya çalışacağım şair, Azerbaycan Edebiyatı içerisinde şiir alanında tanınan, Türkiye’deki şiir akımının da etkisi altında kalan ve dönemin bütün heyecanlarını üzerinde toplayan Ahmet Cevat’tır.
             Türkiye’de öğrenim gören Azerilerin Ahmet Cevat üzerinde önemli etkisi olur. Ahmet Cevat adını, aynı dönemde Türkiye’de yaşamış olan dilbilimci Ahmet Cevat (Emre) den almıştır.
    5 Mayıs 1892’de Gence’de doğan Ahmet Cevat, küçük yaşta yetim kaldığı için ağabeyleri okutur. 1912’de okulu çok iyi dereceyle bitiren Ahmet Cevat öğretmenlik yapmaya başlar. Azerbaycan milli kimliğinin oluşması için mücadele verir, demokratik ve modern bir Azerbaycan’ı hedefler.
    Daha öğrenciyken şiirleri çevresinin ve öğretmenlerinin dikkatini çeker. “Koşma” adlı ilk şiir kitabını 1916’da, “Dalga” adlı ikinci kitabını da 1919’da yayınlar. Bu kitapları okuyucular arasında ilgiyle karşılanır. 
    1912-1913 yıllarında, Azerbaycan’da Türk ordusu için maddi yardım toplanır. Bir çok genç Türk ordusunda savaşmak için İstanbul’da kurulan “Kafkas Gönüllüleri Birliği”ne yazılırken, henüz 20 yaşında olan Ahmet Cevat’ta bu gönüllülerle Türk ordusuna katılmıştır.
    Ahmet Cevat, 1915’te Ermeni katliamına maruz kalmış Kars-Erzurum yöresine yardım amacıyla düzenlenen “Kardaş Kömeği” adıyla bilinen faaliyetlere aktif olarak katılmış, cephe vekili Hüsrev Paşa’nın yardımcısı ve sorumlu katibi olarak maddi yardım dağıtmış, yaralı ve esir Türk askerlerin ziyaret ederek onların ihtiyaçlarını karşılamıştır.
     I.Dünya Savaşı yıllarında, işgal edilerek Batum’a bağlanan Artvin’de, Rize’de, Trabzon’da ve Erzurum’da bulunmuştur. Kafkasya’daki Türk esir askerlerinin en çok sevdiği şair Ahmet Cevat’tır.
    Ahmet Cevat’ın yaratıcılığında Türkiye’nin önemli bir yeri vardır. Döneminde diğer aydınlar gibi Ahmet Cevat’ta Türkiye’yi yakından izlemiştir, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel hayatıyla sıkı ilişkileri de olmuştur. Bu nedenle şiirlerinde, Türkiye’deki bir çok siyasi, sosyal yaşantıların, olayların etkilerini görmek mümkündür. Bu dönemde Türkiye’den çok şey umuluyor ve bekleniliyordu.
    Bu yakın ilişkiler ve beklentiler; Şehidlere, Türk Ordusuna, Ey Asker, Çırpınırdı Karadeniz, Şehid Esir, Ben Bulmuşam, İstanbul, İngiliz ve Bismillah gibi şiirlerinde görülmektedir.
    Bu şiirlerinde, Türkiye özlenen, beklenen bir sevgili, bütün Türklerin ordusu ve bazen de olağanüstü özellikleri olan bir kurtarıcı olarak yer alır. Ya da o cennetini açık gözle görülen bir rüyada, Türkiye’de bulmuştur.
    Böylece şair Türkiye’nin acı ve sıkıntıları ile yakından ilgilidir. İstanbul’un işgali altında yazdığı şiirde, sadece Türkiye’nin değil bütün Türklerin başkenti olarak gördüğü İstanbul’a ve dünyadaki bütün Türklerin kırılan ümitlerine göz yaşı döker.
    Yine Ahmet Cevat, Türkiye’yle ilgili şiirlerin bir bölümünde de Türk ordusuna duyulan sevgi ve minnettarlık duygularını işlemiştir. Türk ordusu Azerbaycan’ı hem İngiliz işgalinden kurtarmış, hem de Rus ve Ermeni baskısına karşı kollamıştır.
    Hepimizin bildiği ya da duyduğu o meşhur Çırpınırdı Karadeniz şiirinde;
    Çırpınırdın Karadeniz
    Bakıp Türkün Bayrağına
    Ah diyerdin hiç ölmezdin
    Düşebilsem ayağına
    İnciler dök gel yoluna
    Sırmalar düz sağ soluna
    Fırtınalar dursun yana
    Selam Türkün Bayrağına
    Dost elinden esen yeller
    Bana şiir…selam söyler
    Olsun bizim bütün eller
    Kurban Türk’ün bayrağına
    diyerek, Türkiye’yi bütün dünya Türklüğü için bir kurtarıcı ve toparlayıcı olarak görmüştür.   
    Çırpınırdın Karadeniz”in müziği Azerbaycan’ın ünlü bestecisi Üzeyir Hacıbeyli’ye aittir. Şiir 15 Kasım 1914’de Gence’de yazılır. Bu dönem Osmanlı Devleti’nin son yıllarıdır. Böyle bir çöküş döneminde Türk’ün bayrağını övmek daha cesur ve anlamlı olmaktadır.
    Ahmet Cevat şiirleriyle, yazılarıyla bütün Türk dünyasında, özelliklede Azerbaycan’da ve Türkiye’de sevilmiş ve meşhur olmuştur. Bugünkü Azerbaycan bayrağının rengini, milli marşının müziğini ve ritmini Ahmet Cevat’tan almıştır.
    1920’de Azerbaycan’ın Rusya tarafından işgalinden sonra, Ahmet Cevat için zor ve sıkıntılı günlerde başlamıştır. Karşı devrimcilik gibi asılsız suçlamalarla tutuklanmış ve askeri mahkeme kararıyla ölüm cezasına mahkum edilmiştir. 1937’de Sovyet yönetimi tarafından yargılanmadan kurşuna dizilerek öldürülmüştür. 1955’de SSCB başsavcısı Ahmet Cevat’a karşı ileri sürülen bütün suçlamaların asılsız olduğunu belirtmiş ve ölümünden sonra beraat kararı vermiştir. KGB baskısı altındaki ailesi de ancak 1950’den sonra zindandan kurtulabilmiştir.
    Böylece fırtınalı ve acı dolu bir yaşamının son meyvesi olan ve 1937’de öldürülmeden önce yazdığı, çok güçlü bir özgürlük şiiri olan “Susmaram” şiirini yazmıştır.
    Susmaram” Ahmet Cevat’ın yakın arkadaşını hapishane ziyaretine gittiğinde ezberlettiği bir şiirdir. Bu şekilde olmasının nedeni; yazılı metin olarak elde tutulması ve yakalanması ölüme neden olacak kadar büyük bir suçtur. Ahmet Cevat’ta arkadaşının bu cezaya çarptırılmasını istemediği için arkadaşına;
    Ağaçlara bakarım, ben söyleyeyim, sen dinle, ama bunu ezberle, bugünler gelip geçecek, güzel günler, hürriyet dolu günler geldiğinde bunu yazmaya döker, oğluma ulaştırırsın ve yayınlatarak milletime hediye edersin” der. Bu şekilde ezberleterek şiir bugünlere ulaşır. Bu şiir 2004 yılında Kültür Bakanlığı’na hediye edilmek üzere teslim edilmiştir.
    S U S M A R A M !
    Men bir gulam, yük altında ezilmişem, gardaşım,
    Sevinç bilmez bir mahkumam, ahu-zardır sırdaşım.
    Damga vurub, zencirleyib tullamışlar zindana,
    Karlı-buzlu cehennemler mesken olmuşdur bana.
    Mene dinme, sus deyirsen, ne vahtacan susacam,
    Buhranların, hicranların, mahbesinde galacam?
    Niye susum, konuşmayım, insanlıkda payım var,
    Menim ana vatanımdır talan olan bu diyar.
    Niye susum, konuşmayım, Türk yurdudur bu toprak,
    Oğuzların, elhanların vatanında kimdir, bak!
    Bu dünyada azadlığı şan şöhretten üstün tut,
    Alçaklığı, yaltaklığı rezilliyi sen unut!
    Nece susum, konuşmayım, men eyleyim heyanet?
    Hanı sevgi, hanı vatan, de harda galdı millet?
    Men bir gulam, yerim altun, suyum gümüş, özüm aç,
    Atam mahkum, anam sail, elim her şeye möhtaç.
     Men Türk evladıyam, derin aklım, zekam var,
    Ne vahtacan çiynimizde gezecekdir yağılar?
    Ne kadar ki, hakimlik var, mahkumluk var, ben varam,
    Zülme garşı isyankaram, ezilsem de susmaram!
                                                                                     
    TBMM’nin 21 Şubat 2006 tarihli saat 15: 05’deki 1.oturumunda gündem dışı konuşma olarak Afyon milletvekili Dr. Mahmut Koçak tarafından Ahmet Cevat hakkında bilgi verilmiş ve Türk kültürüne hizmet edenlerin unutulmaması gerektiği belirtilmiştir.
    Bugün tarihe mal olmuş, büyük kültür ve medeniyetler meydana getirmiş ve hizmet etmiş herkese minnet borçluyuz. Onlar asla unutulmamış ve unutulmayacaktır. Bu vesile ile Ahmet Cevat’ı ve bağımsızlığımızın ve kültürümüzün bütün kahramanlarını tekrar saygıyla anıyorum.
    Fuat UÇAR
  • ////////////////////////
  • S U S M A R A M !
    “Men bir gulam, yük altında ezilmişem, gardaşım,
    Sevinç bilmez bir mahkumam, ahu-zardır sırdaşım.
    Damga vurub, zencirleyib tullamışlar zindana,
    Karlı-buzlu cehennemler mesken olmuşdur bana.
    Mene dinme, sus deyirsen, ne vahtacan susacam,
    Buhranların, hicranların, mahbesinde galacam?
    Niye susum, konuşmayım, insanlıkda payım var,
    Menim ana vatanımdır talan olan bu diyar.
    Niye susum, konuşmayım, Türk yurdudur bu toprak,
    Oğuzların, elhanların vatanında kimdir, bak!
    Bu dünyada azadlığı şan şöhretten üstün tut,
    Alçaklığı, yaltaklığı rezilliyi sen unut!
    Nece susum, konuşmayım, men eyleyim heyanet?
    Hanı sevgi, hanı vatan, de harda galdı millet?
    Men bir gulam, yerim altun, suyum gümüş, özüm aç,
    Atam mahkum, anam sail, elim her şeye möhtaç.
    Men Türk evladıyam, derin aklım, zekam var,
    Ne vahtacan çiynimizde gezecekdir yağılar?
    Ne kadar ki, hakimlik var, mahkumluk var, ben varam,
    Zülme garşı isyankaram, ezilsem de susmaram!”
  • http://www.edebiyatvesanatakademisi.com/Sairler/Detay/ahmet-cevad-semkir-hayati-ve-siirleri-1174.aspx
  • ///////////////////////////////////////
  • Hayatini Türklüğe adamiş, Büyük Türk şairi Ahmet Cevat
  • https://groups.google.com/forum/#!topic/zeytinburnuocak/yf7dp8Xz3xI
  • Ahmet Cevat, 5 Mayıs 1892 yılında Gence'de dünyaya geldi. Babası son derece dindar ve bir Türk aydını olan Mehmet Ali'dir.  Cevat, okul yaşına geldiğinde Kur'an'ı ezberledi. 8 yaşında iken babasını yitirdi. Gence Medresesi'nde 6 yıl okuduktan sonra, 1913 yılında "Şeriat Muallimi" unvanını aldı. Rusça'dan başka, batı dillerinden bir kaçını, bu dillerden tercüme yapacak kadar öğrendi. 

  • 1. Dünya Savaşı'na katıldı. Ön safta çarpıştı. Ermeni zulmüne uğrayan 
    Türk illerinin; esir, yaralı ve sahipsiz halkına "Hayriyye 
    Cemiyyeti"nin bir üyesi olarak yardıma koştu.  Savaş yıllarında; 
    makaleler, şiirler, tercümeler vasıtasıyla Türk Milleti'ni 
    uyandırmaya, Türk Ordusu'na destek olmaya çalıştı. 1916 yılında ilk 
    şiir kitabı olan "KOŞMA" yayınlandı.... 




    Bu kitabında Şair; yaşadığı zamanın da tesiriyle, sıkıntıları, 
    üzüntüleri, bekleyişleri, davetleri, arzu ve istekleri işledi. "Türk 
    Birliği" fikrine inanmayanlara, kendilerini kurtarmaya gelen "Türk 
    Ordusu"nsi güvenmeyenlere sitemler, bu kitaptaki şiirlerin başlıca 
    konusunu teşkil eder. 

    1. Dünya Savaşı'nın Türk Dünyası'na çıkardığı ağır faturalar... 
    Katliamlara, kırgınlara uğramalar... Yoksulluklar... Türk Ordusu'nun 
    "Kafkas Seferi" zaferlerin sevinci, yenilgilerin üzüntüsü... Hepsi, 
    hepsi, bu kitapta yer alan şiirlerde; çoğu zaman apaçık, nadir olarak 
    da sembollerle kendisini ortaya koyar. 

    Meselâ; "Yaralı Kuş" şiirinde dediği gibi, O "dost ararken avcı yoluna 
    çıkan", "Azrail'i sağma, ölümü soluna" alan, "şair olduğundan beri 
    yaralanan", "yurdundan ayrı", "yuvasından uzak" kalan, "Eşinin 
    gözünden ve gönlünden ırak" olanları (ve kendisini) lirik bir tarzda 
    okuyucuya iletir. "Kuşlar" şiirinde hıyanet içinde olanları, kuşlara 
    şikâyet ederken; 

    "Sizde hiç bir baba yapmaz böyle müthiş cinayeti 
    Bizim gibi sizde yoktur anaların hıyaneti" 

    der ve kuşlardan, ruhunun "mezarlık âleminden" kurtulması için fazla 
    kanatlarını ister. "Muallim" şiiri öğretmenlere gerekli ilgi 
    gösterilmediğinden, maddî imkansızlıklarla hastalıklara yakalananları 
    üç levha şeklinde anlatır. "H.C" başlıklı şiiri; dini yanlış 
    yorumlayan, "ümmeti mahv eyleyen", yaptığı hareketlerden ve söylediği 
    sözlerden "Ahkâm-ı Kur'an"m bile imdat istediği, 

    Millî toparlanmaya karşı çıkan, toplumun uyandırılmasına katkısı 
    olmayan ve git gide hakikatten uzaklaşan sözde "Pişivay-ı ebli iman- 
    iman sahiplerinin önderi" olanlara çatmakta ve onlara; 

    "Kör gözlerin, şil ellerin bir kavmi mahv etmektedir Bak onun 
    enkazıdır bu ah u efgan bir utan! Çok uzaklaştm hakikatten dur Allah 
    aşkına Ey hakikat katili, ey canlı peykân bir utan!" 

    diye seslenmekte ve onları teşhir etmektedir. Ahmet Cevat "Koşma" adlı 
    bu kitabında "Şiirim" adlı şiirinde olduğu gibi, çoklukla şiirinin 
    muhtevasını açıklamaktadır. Burada; şiirinin "Sınık bir 

    Türk sazı" olduğunu, tellerini inleterek "adım-adım Turan İllerini" 
    gezmek istediğini açıklamakta, "kalbinin önce Allah'ın emirleriyle" 
    sonra da "Türklükle" dolu olduğunu ifade etmektedir. 

    "Görünmez yollardan", "Şehit esir", "Harbzâdeler'e" "Ne gördümse", 
    "Münacaat", "Mayıs" adlı şiirleri hep bu türden duygu ve düşüncelerle 
    yazılmıştır. Bilhassa bu kitabı'nın son şiiri olan "UYAN!" uyanışa ve 
    birliğe çağrı niteliğindedir. Ahmet Cevat, bu şiirinin bir yerinde 
    şöyle demektedir; 

    "Oldun yadlar oyuncağı 
    Yurdun arsızlar ocağı 
    Tapınma azgın şeytana 
    Yükseldi "birlik" sancağı 
    Sen ey yatan uyan, uyan! 
    Kıyamettir olmuş ayan!" 

    Bu kitabın yayınından bir müddet sonra Türk Ordusu Rus ve İngiliz 
    kuvvetlerine karşı zaferler kazanarak Bakû'ye girdi ve daha sonraları 
    28 Mayıs 1918'de Bağımsız "AZERBAYCAN CUMHURİYETİ" ilan edildi ve 
    Ahmet Cevat da bu meclise üye seçildi. Ülküsünün kısmen de olsa 
    gerçekleştiğini gören Şair; yeni yazdığı şiirlerle birlikte, daha önce 
    yazdığı bir kısım şiirlerini toplayarak 1919 yılında "DALGA" adıyla 
    yayınladı. 

    Hükümet Matbaasında basılan bu kitabında, daha çok sevinçler yer aldı 
    ancak şiirlerinin hemen hemen tamamında söz ettiği "Türk Birliği" 
    fikrinin gerçekleşmemesi, kurtarıcı olarak gördüğü Osmanlı 
    İmparatorluğu'nun parçalanması, Türk Ordusu'nun dağıtılması, 
    Anadolu'nun idaresiz kalışı ve hele çok sevdiği İstanbul'un İngilizler 
    tarafından işgal edilmesi "Dalga" adlı kitabındaki şiirlerde kendisini 
    belirgin olarak gayet lirik bir tarzda hissettirdi. 

    "Yazık", "Aşıkm derdi", "Sensiz", "Derdim", "Of bu yol" ve "İstanbul" 
    adlı şiirleri bu kederlenişin en güzel ifade edildiği şiirlerdir. 
    Ahmet Cevat, konusu İstanbul'un işgali olan "İSTANBUL" şiirinde, 
    İstanbul'un güzelliklerinden de söz açmaktadır. İstanbul'u işgal eden 
    İngilizleri İstanbul'un ince beline sarılan bir yılana benzetir ve... 

    "Ben sevdiğim mermer sineli yârin 
    Diyorlar koynunda yabancı el var 
    Bakıp âfaklara uzak yollara 
    Ağlıyormuş mavi gözler İstanbul." 

    gibi mısralarıyla; üzüntüsünü, sevdiğini kaybeden bir aşığın edasıyla 
    dile getirir. Ahmet Cevat, "Dalga" kitabında, Azerbaycan'ın tekrar 
    işgal edilme endişesini taşıyan şiirlere de yer vermiştir. Bu tehdidi 
    "Gelme!" ve 

    "Kurapatkin'e" şiirlerinde görmek mümkündür. Yalnız korkmadığını da bu 
    şiirlerde açıkça gösterir. Şair "Vicdanının yenilmez bir kale" 
    olduğunu belirtirken, hür yaşama azmi ve imanını da cesaretle 
    haykırmaktan geri durmaz. "Ben Kimem" şiirinde kendisinin çiğnenen bir 
    ülkenin "Hak bağıran sesi" olduğunu her fırsatta dile getirir. 

    Bu üzüntü dolu, endişeli ve ümitsizlikle karışık şiirlerin yanında, 
    sevinç ve gurur dolu şiirlerin çokluğu hemen göze çarpmaktadır. "Al 
    Bayrağa", "Bismillah", "Ben Bulmuşum", "Ey Asker" "Çırpınırdı 
    Karadeniz", "Türk Ordusu'na", "Şehitlere" gibi şiirleriyle sevinç ve 
    övgülerini büyük bir şiiriyetle ifade eder. Ahmet Cevat, "Al Bayrağa" 
    şiirinde Türk Bayrağı'na yazılan en güzel ve en manalı mısralarını 
    söyledi: 

    "Gül renginde bir yaprağın Ortasında bir hilâl Ey Al Bayrak senin 
    rengin Söyle niçin böyle al?" 

    diye başlayan bu şiirde şair, Al Bayrakla konuşur; O'nu göklere 
    çıkartır. "Çırpınırdı Karadeniz" şiiri ise 75 yıldır millî bir şarkı 
    olarak nesillerin gönlünü titretti. Milyonlarca Türk'ün dilinde ezber 
    oldu. "Ey Asker" şiiriyle Türk Askeri'ni alkışladı. Bu şiirin bir 
    yerinde; 

    "Şu karşıki duman çıkan bacadan 
    Sen gelmeden iniltiler çıkardı. 
    Gecikseydin mazlumların feryadı 
    Yeri, göğü, kainatı yıkardı" 

    diyerek, kardeş yardımını (Kardaş Kömeği ve bu yardımın önemini 
    vurguladı. "Türk Ordusu'na" şiirinde, 

    "Ey şanlı Ülkenin, şanlı Ordusu 
    Unutmam Kafkas'a girdiğin günü 
    Gelirken koğmaya Turan'dan Rus'u 
    Ayağını Karadeniz öptü mü? 

    gibi mısralarıyla o günü ölümsüzleştirdi. Ahmet Cevat'ın burada söz 
    etmediğimiz şiirleri de dahil, hepsinin konusu "Türklük"tür KOŞMA ve 
    DALGAM adlı iki kitabında da "esir vicdanı", "insanı" "Esir Türk'ü" 
    terennüm etti. Sade ve güzel Türkçe'yi yerleştirmeye çalıştı. 

    Bugünkü yazı dilimize ulaşmamızda Ziya GÖKALP, Ömer SEYFETTİN gibi O 
    da büyük gayret sarf etti. İsmail GASPIRALI'nın dil anlayışını 
    kendisine rehber edindi. "Dilimize" adlı şiirinde de söylediği gibi, 
    "Od" yerine "Ateş", "Kara" yerine "Siyah", "Dil" yerine "Zeban", 
    "Yağmur" yerine "Baran", "san" yerine "Zerd" diyenlere çattı. Vatanı 
    Arapların, 

    Farslann "hemveteni" haline sokmaya çalışanlara, lanet okuyaca ğım 
    belirtti. 

    Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Sovyet hakimiyetine sokulmasından sonra, 
    Küba şehrinde öğretmenliğe döndü. 1926 yılında Baku Yüksek Pedegoji 
    Enstitüsü'nü bitirdi. Doçent, Profesör ve İdareci olarak çalıştı. Hem 
    heyecanla beklediği "Türk Birliği" düşüncesinin gerçekleşmemesi, hem 
    de çok sevdiği kızı Elmas'ı çok genç yaşta kaybetmesi şairi bedbinliğe 
    itti. Lirik ve hüzünlü şiirler yazdı. 

    Bir türlü yeni rejim O'nu geçmişinden dolayı rahat bırakmadı. Rejimle 
    barışık olamadığı için "Poema'lara yöneldi. "KÜR", "SESLİ KIZ", "KIZIM 
    İÇİN" şiirleri bu tür şiirlerin en güzel örneklerindendir. Dostlarının 
    ricasıyla serpiştirdiği rejime hoş gelebilecek mısralara, bir kaç 
    şiire rağmen, Stalin polisinin sıkı takibine uğradı. O'nun sanatını 
    kıskananların da fitne ve fesatları eksilmedi. Her şiirinin, her 
    mısrasının altından başka manalar aradılar. Öyle ki, "KÜR" adlı uzun 
    şiirinin sonunda bulunan, 

    "Dolaşıp dağı taşı Katırım ol yük taşı Eğil Kür'üm, eğil, geç Devran 
    senin değil geç!" kıtasına nice özel manalar verilerek şairin 
    "Komünizm"e bir türlü dostlaşmadığı ileri sürüldü. Bir süre sonra bu 
    çeşitten dedikodular etkisini gösterdi. Ahmet Cevat tutuklandı ve 
    Stalin'in toplu katliamına uğrayan binlerce aydından biri olarak "Halk 
    Düşmanı" ilan edildi ve 13 Kasım 1937 günü 45 yaşında iken kurşuna 
    dizilerek katledildi. 

    Uzun süre şiirleri yayınlanamadı, kitapları yasaklandı. Şiirlerinin 
    bir kısmı değişikliğe uğratılarak 1958 yılında "Şe'rler" adıyla 
    yayınlandı. Baku'da filoloji İlimler Doktoru olan Şair Ali 
    Selahattin'in belirttiğine göre (2) Moskova'nın da izniyle Ahmet 
    Cevat'm doğumunun 100. yılma rastlayan 1992 yılında; Azerbaycan'da 
    toplantılar tertip edilecek, "Seçilmiş Eserleri" adıyla da iki cilt 
    kitabı yayınlanacaktır. 

    Unutturulmaya çalışılan bu büyük şairin eserlerinin yeniden 
    okuyuculara sunulması "Açıklık" politikası bakımından da güzel bir 
    jesttir ve kadirşinaslık örneğidir. Ahmet Cevat'm Türkiye'de de 
    tanıtılması, yeni nesillere öğretilmesi bir Türklük borcudur 
    kanaatindeyim. 

    (1) Şairin "KOŞMA" ve "DALGA" adlı iki kitabında yer alan şiirlerinin 
    tamamı "Çırpınırdı Karadeniz" adıyla tarafımdan yayına hazırlandı. 
    Yakında okuyuculara sunulacaktır. S.G. 
    (2) Ali Selahattin'in gönderdiği yazı "Çırpınırdı Karadeniz" adh bn 
    kitabın girişine konulmuştur. 

    Servet GÜRCAN 
    Türkyurdu Dergisi 

    ÇIRPINIRDI KARADENİZ 

    Çırpınırdı Karadeniz 
    Bakıp Türk'ün bayrağına 
    "Ah!..."diyerdin hiç ölmezdin 
    Düşebilsem ayağına! 

    Ayrı düşmüş dost elinden 
    İller var ki çarpar sinem 
    Vefalıdır geldi giden 
    Yol ver Türk'ün bayrağına 

    İnceler dek gel yoluna 
    Sırmalar düz sağ soluna 
    Fırtınalar dursun yana 
    Selam Türk'ün bayrağına 

    Hamidiye ve Türk kanı 
    Hiç birinin bitmez şanı 
    "Kazbek"olsun ilk kurbanı 
    Selam Türk'ün bayrağına 

    Dost elinden esen yeller 
    Bana şiir.... selam söyler 
    Olsun bizim bütün eller 
    Kurban Türk'ün bayrağına 

    Atıldı dağlardan zafer topları 
    Yürüdü ileri asker BİSMİLLAH!... 
    O, han sarayında çiçekli bir kız 
    Bekliyor bizleri zafer BİSMİLLAH!.... 

    Ey ! harbin talii bize yol ver , yol 
    Sen ey coşan deniz,gel,Türk'e ram ol 

    Sen ey sağa,sola kılıç vuran kol 
    Kollarına kuvvet gelir BİSMİLLAH!... 

    Ahmet Cevat 


    MÜNACÂT 

    Esirgesin Tanrım, yabancı gözden 
    Bizim ilde mabedinin taşını! 
    Acı bize imanımız sönmesin 
    Rahmetinle gidert bu göz yaşını. 

    Yârab vatan senin, iman senindir. 
    Mü'mini güldüren Kur'an senindir. 

    Vatanda lal kalan mescit, minare 
    Gözün dikmiş sesin gelen diyare. 
    Garipliğe değilmi bu işâre 
    Mahşer oldu...  atma bizi kanare 

    Yârab vatan senin, iman senindir. 
    Mü'mini güldüren Kur'an senindir. 

    Sofilerin böyle olup, küsmesi, 
    Ezanların titreyerek esmesi, 
    Hatimlerin, hutbelerin her sesi 
    Çağırmakta imdadına bir keşi, 

    Yârab vatan senin, iman senindir, 
    Mü'mini güldüren Kur'an senindir. 

    Ey mertliği ilham eden büyük Hak 
    Buyruk senin kullarına ne sormak 
    Pek dertliyim bir arzumuz var ancak 
    Cebraille gönder bize bir sancak!.. 

    Yârab vatan senin, iman senindir, 
    Mü'mini güldüren Kur'an senindir. 

    Kereminle haber verdin adını, 
    Bize tattır o cennetin tadını, 
    Ümmetinin düşündürüp şadını 
    Ağa dikme bize her yad kadını!.. 

    Yârab vatan senin, iman senindir, 
    Mü'mini güldüren Kur'an senindir!.. 

    Ahmet Cevat 
  • //////////////////////////////////
  • AZERBAYCAN MİLLÎ MARŞI VE TÜRKİYE

  • http://www.qiriminsesi.com/azerbaycan-milli-marsi-ve-turkiye.html
  • AZERBAYCAN MİLLÎ MARŞI VE TÜRKİYE
    ”Bize millî şarkı lâzımdır,bu da bu saatin meselesidir.Millî şarkı,bizim yatmış millî hislerimizi uyandırır.Bu şartla ki şiiri ve ezgisi ayık olsun,okunduğunda Segâh gibi ruhumuzu boşaltmasın.Millî şarkı oluşturmak için şâirlerimiz ve müzik adamımız Üzeyir Hacıbeyov cenabları çalışmalıdır.”
    Azerbaycan’ın ilk Türkiye sefiri ve yazar Yusuf Vezir Çemenzeminli’ye âit olan bu sözler,”Zarûri Meseleler” başlığıyla 17 Aralık 1917 târihli Açıksöz gazetesinde yayınlandı.Yazının muhatabı Üzeyir Hacıbeyli,Yusuf Vezir Çemenzeminli’ye aynı gazetenin 22 Aralık 1917 târihli sayısında cevap verdi.Hacıbeyli,”Millî Marş” başlıklı yazısında şunları söylüyordu:”Muhterem Açık Söz’ün geçen sayısında Yusuf Vezirov Efendi,”Millî Şarkı” lüzumundan bahisle ezcümle bana dahi müracaat etmişti.Elbette her bir milletin millî marşları ve millî ezgileri vardır ve bu çeşit nağmelerin millet hayatı üzerindeki güzel etkileri kanıtlanmış bir gerçektir.Özellikle bu zamanda bizim de buna büyük ihtiyacımız vardır.Millî bir kasîde(himne kasîde desek,şarkı sözünden daha doğru olur) yazmak konusunda ben bir süredir çalışıyorum.Üzerinde çalıştığım millî marşı ve sözlerini burada yazmakta bir sakınca görmüyorum.”
    Üzeyir Hacıbeyli,Açık Söz gazetesinde de vurguladığı gibi,1917 yılında Azerbaycan Millî Marşı adıyla bir marş bestelemişti.Marşın sözleri de bestecinin kendisine âitti.Azerbaycan Türk aydınları arasında millî marşın gerekliliği konusu konuşulurken,Azerbaycan Cumhuriyeti henüz kurulmamıştı.Üzeyir Hacıbeyli,Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulmasından bir yıl sonra ikinci bir millî marş besteledi.Bu marşın adı ise ”Azerbaycan Marşı” idi.Hacıbeyli’nin ikinci marşının şiiri ise Ahmed Cevad’a âitti.30 Ocak 1920’de Azerbaycan Millî Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu,bağımsızlık sembolü olarak millî marşın hazırlanmasına karar verdi.Görev Halk Maarif Bakanlığı’na verilmişti.Bakanlık en uygun marşı seçebilmek için bir yarışma düzenledi.Yarışmanın şartları ve verilecek para ödülü devletin resmî gazetesi ”Azerbaycan”da günlerce yayınlandı.Katılımcılar eserlerini en geç 1 Mayıs’a kadar teslim etmek zorundaydılar.Marş, 28 Mayıs’a kadar seçilecek,kânunlaşarak cumhuriyetin ikinci yılında kabul edilecekti.Fakat Azerbaycan,28 Nisan’da işgâl edildi ve Millî Hükûmet dağıtıldı.Millî Marş projesi de gerçekleşemedi.
    Azerbaycanlı târihçiler ve araştırmacılar yıllarca bu iki marşı aradılar.İşgâl döneminde millî şâir Ahmed Cevad ve ünlü besteci Üzeyir Hacıbeyli’ye âit eserlerin neredeyse tamamı yok edilmişti.Kaybolan eserler arasında bu iki marşın sözleri ve notaları da vardı.Tam umutlar kesilmişken Türkiye’de bir kitap yayınlandı.Kitap,Türkiyenin en önemli müzik bilimcilerinden olan Etem Ruhi Üngör’e âitti.Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1965’te yayınlanan ”Türk Marşları”,yıllardır aranan iki marşı sözleriyle ve notalarıyla gün yüzüne çıkartmıştı.Azerbaycanlı araştırmacılar,marşların Türkiye’ye nasıl gittiği konusunu aydınlığa kavuşturamadılar.Yalnız kesin olarak bildikleri bir şey vardı:Üzeyir Hacıbeyli ve Ahmed Cevad,Türkiye’de de çok iyi tanınan iki isimdi.Muhtemelen Üzeyir Hacıbeyli İstiklâl Marşı’nın bestecisi Osman Zeki Üngör’le tanışıyordu ve besteleri Üngör’e Hacıbeyli vermişti.Yıllarca Osman Zeki Üngör’ün özel arşivinde saklanan marşlar,kendisiyle soyadı benzerliği dışında hiçbir yakınlığı bulunmayan Etem Ruhi Üngör’e verilmişti.Etem Ruhi Üngör de bu iki çok özel marşı 1965’te yayınlanan Türk Marşları kitabıyla yeniden diriltmişti.
    Sovyetler’in dağılmasıyla bağımsızlığına tekrar kavuşan Azerbaycan,27 Mayıs 1992’de bestesi Üzeyir Hacıbeyli’ye, sözleri Ahmed Cevad’a âit olan ”Azerbaycan Marşı”nı Azerbaycan devletinin millî marşı olarak kabul etti.
    Emine Demirbaş

    AZERBAYCAN ULUSAL MARŞI
    Türkiye TürkçesiAzerbaycan Türkçesi LatinAzerbaycan Türkçesi Kiril
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Ey kahraman evladın, şanlı vatanı!
    Senin için can vermeye hepimiz hazırız!
    Senin için hepimiz kan dökebiliriz!
    Üç renkli bayrağınla mutlu yaşa
    Üç renkli bayrağınla mutlu yaşa
    Binlerce can kurban oldu!
    Göğsün bir savaş meydanı oldu
    Kendilerinden geçen askerlerin,
    Her biri kahraman oldu.
    Sen olasın güllü bir bahçe,
    Sana her an can kurban.!
    Sana bin bir muhabbet,
    Göğsümde tutmuş mekan!
    Namusunu korumaya,
    Bayrağını yükseltmeye,
    Namusunu korumaya,
    Bütün gençler hazırdır!
    Şanlı vatan! Şanlı Vatan!
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    Ey qəhrəman övladın şanlı Vətəni!
    Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!
    Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!
    Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
    Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
    Minlərlə can qurban oldu,
    Sinən hərbə meydan oldu!
    Hüququndan keçən əsgər!
    Hərə bir qəhrəman oldu!
    Sən olasan gülüstan,
    Sənə hər an can qurban!
    Sənə min bir məhəbbət,
    Sinəmdə tutmuş məkan!
    Namusunu hifz etməyə,
    Bayrağını yüksəltməyə,
    Namusunu hifz etməyə,
    Cümlə gənclər müştaqdır!
    Şanlı Vətən! Şanlı Vətən!
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    Азәрбајҹан!, Азәрбајҹан!
    Еј гәһрәман өвладин шанли Вәтәни!
    Сәндән өтрү ҹан вермәјә ҹүмлә һазириз!
    Сәндән өтрү ан вермәјә ҹүмлә газириз!
    Үч рәнгли бајрағинла мәсуд јаша!
    Үч рәнгли бајрағинла мәсуд јаша!
    Минләрлә ҹан гурбан олду,
    Синән һәрбә мејдан олду!
    Һүгугундан кечән әсҝәр!
    Һәрә бир гәһрәман олду!
    Сән оласан ҝүлүстан,
    Сәнә һәр ан ҹан гурбан!
    Сәнә мин бир мәһәббәт
    Синәмдә тутмуш мәкан!
    Намусуну һифз етмәјә,
    Бајрағини јүксәлтмәјә,
    Намусуну һифз етмәјә,
    Ҹүмлә гәнҹләр мүштагдир!
    Шанли Вәтән! Шанли Вәтән!
    Азәрбајҹан!, Азәрбајҹан!
    Азәрбајҹан!, Азәрбајҹан!
    Bestesi Üzeyir Hacıbeyli’ye, Sözleri Ahmed Cevad’a âit olan ”Azerbaycan Milli  Marşı

    üzeyir hacıbeyli - ahmet cevat - azerbaycan milli marşı
    üzeyir hacıbeyli – ahmet cevat – azerbaycan milli marşı
     //////////////////////////////////////////////
    https://ahmedcavad.tr.gg/Hayat%26%23305%3B.htm                                                                                                                                                              Asıl adı Ahmet Cevat AHUNDZADE’ dir.  5 mayıs 1892 yılında Gence yakınlarında bulunan Şemkir İlinin Seyfeli kasabasının Mehirli köyünde dünya’ya geldi.Annesi Yahşı hanım, babası çevresinde saygınlığı ile tanınan İmam Muhammed Ali Beydir.
            Ahmet Cevat, doğduğu günlerde aileye ayrı bir mutluluk ayrı bir bereket getirmişti. Adının koyulması hakkında iki değişik riveyet vardır. Bunlardan birisi; Babası adını koymak için eline kur’an-ı kerimi alır “ bismillah” diyerek bir sayfa açar. Bu sayfada karşısına çıkan ilk isim “Cevat” olduğundan adını “ cömert ” manasına gelen Cevat koyar ve oğlunun doğumundan duyguğu mutluluğu, Allah rızası için üç gün üç gece yemek verir. Başka bir rivayete göre de; Ahmet Cevat’ın dedesi olan büyük müctehitlerden meşhur Gence Hanı Cevat Han’ın isminin koyulması idı. Cevat Han da hayatını vatanı ve milleti uğrunda feda etmiş büyük bir şahsiyetti. Bu insanın kahramanlıkları, vatan ve milleti uğrunda şehit olması, dillere destan olmuştu. Baba Muhammed Ali Bey, oğlunun dedesine benzemesi, dileğiyle adını Ahmet Cevat koyduğu rivayet edilir.
                2.1 Çocukluk Dönemi
     
    Cevat, 5 yaşındayken Kur’an okumaya başlar, 7 yaşındaykan de hafızlığını tamamlar. Babası kendinin ve ailenin saygıylığının devam edebilmesi için, oğlunu da kendi duygu ve düşüncelerine göre yetiştirmek, çevresinde saygın bir kişi, devletine ve milletine yararlı bir şahsiyet olmasını istiyordu. Bunun için baba Muhammed Ali, daha küçük yaşlarda olmasına bakmayarak Onu, döneminin münevverlerinin katıldığı sohbet toplantılarına götürüyor, ruh ve gönül dünyasının o meclislerdeki atmosfer içerisinde olgunlaşmasını istiyordu. Ahmet Cevat’ın bu hayat devresi, “ ömrümün tarihi ” olarak nitelendirdiği Gence medresesine başladığı 1906 yılına kadar devam eder. Ahmet Cevat, bu yıllarda Gence’deki Şah Abbas mescidi nezdindeki dini seminerlere iştirak etmiştir.
             Ahmet Cevat, üzüntü ve kederle ilk defa babası Muhammet Ali Bey’in ölümüyle tanıştı. 1900 yılında daha 8 yaşında iken ilk gönül mimarı olan babasını kaybetti.
    Cevat’ın medrese hayatı 1906 yılından başlayarak, 1912 yılına kadar devam eder. Gence medresesi onun hayatının şekillenmeye başladığı ikinci devredir. Burada başarılı bir tahsil hayatı geçirir. İlahiyat, Kur’an Kerim, Rusça, Arapça, Farsça, Tarih ve Coğrafya dersleri onun en başarılı olduğu dersler arasında idi. İlk eğitim ve öğretim hayatına başladığı Gence medresisini kendi ömrünün bir dönüm noktası olarak kabul etmesi, mana adına ruh ve gönül dünyasının ilk defa buranın ışığıyla aydınlanmasına bağlamaktadır. Bu duygusunu:
                      Aklımdan hiç çıkmaz, o geldiğim gün                                
                      Başladı tarihi benim ömrümün[1]
                                                        mısralarıyla ifade etmişti. Gence     medresesinde Arapça, Farsça tahsilinin yanında; Kur’an, Hadis, Akaid eğitimini de başarıyla tamamlar. Bu dönem kendi tabiriyle de “ ömrünün tarihi ” olarak, hayat dinamiklerine ayrı bir halka daha katmıştır.
              Ahmet Cevat, daha küçük olmasına rağmen, yaşından beklenmeyen sözleri ve zekasıyla etrafındaki insanları adeta büyülüyordu. Konuşurken seçtiği kelimeler, kullandığı ifadeler onun yaşından çok daha büyüktü. Çünkü onun hayattan beklentileri çok farklıydı. Çok çalışıp, başarılı olmak, milleti uğrunda yapacağı her işte en önde olmak, temsil ettiği davayı en güzel bir şekilde temsil etmek, kendi alanında çok başarılı olmak ve hepsinden önemlisi adını aldığı Cevat Han gibi, vatanı için hayırlı işlere imza atmak gibi bir ideali vardı ve öylede oldu. Çoğu insan mal-mülk edinip, rahat bir hayatı düşlerken, O, rahat yerine çile ve ızdıraplarla dolu bir hayatı seçecek ve o yolda da ömrünü tamamlayacaktı.
              Onu tanıyanlar onun zekasına hayrandılar. Zekası hakkında sadece “ Allah (cc) vergisi ” demekle yetiniyorlardı.. “Şairlikte, Öğretmenlikte, Tercümecilikte, hitabette... Her şeyde önde olmak arzusuyla doluydu. Bunu da başarmıştı. Onun başka bir hususiyeti ise, müthiş bir ikna kabiliyetinin olmasıydı. ” [2] İşte bütün bunlar daha önceleri babasıyla gittiği, körpe denebilecek yaşlarda boyandığı o manevi ruh ve manevi dinamiklerle dopdulu olan meclislerin eseriydi.
              Ahmet Cevat, 45 yıllık hayat yolunda defalarca ölüp ölüp dirilmişti. Hayatın bütün zorlukları onun daha küçük yaşlarda yakasına yapışmış, ömrünün sonuna kadar da ellerini yakasından çekmemişti. İnsanlık tarihinde belli bir makama gelen, halk tarafından kabul edilen önder insanlar, mutlaka hayatlarının belli bir bölümünü çıle ve ızdırap atmosferinde  yaşamışlardır.
     
               2.2 Gençlik Dönemi
     
               Ahmet Cevat, daha çok genç denebilecek bir yaşta 16 yaşında öğretmenliğe ilk adımını atar. Ahmet Cavad, 1096-1912 yılları arasında Gence medresinede ilk tahsili alır. 1913 yılında Kafkaz Seyhül İslamı Pişnamazzade’nin imsazı ile öğretmenlik diplomasını alır. Bu yıldan itibaren öğretmen olarak çalışmaya başlar. 1915-1920 yılları arası Şimkir, Gedebey, Zaqatala ve Gence’de görev yapar. 1920-1922 yılları arası Qusar rayonunun Xulug kendinde Türk ve Rus dili öğretmenliği vazifesinde bulunur. O, değişik aralıklarla Okul müdürlüğü, Rayon maarif müdürlüğü görevlerinde de bulunur.
                Ahmet Cavad, 1922 yılında Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesine girer ve 1926 yılında burayı başarıyla bitirir. 1927 yılında Baku Pamukçuluk İnstutusunda, daha sonraları da Azerbaycan Kend Tasarrufatı Instutusunda Türkçe ve Rusça bölümlerinde dersler vermeye başlar. Çalıştığı bu dönemlerde  doçentlık ünvanını ve nihayetinde de aynı üniversitede Profösör ünvanına layik görülür.
              Kırkbeş yıllık ömrünün 29 yılını, peygamber mesleği olan öğretmenlikle geçirir. O, her simaya milli ruh ve milli düşünceyi yerleştirmeyi kendisine bir borç biliyordu. Zaten hayatı boyunca milletinin HAKK bağıran sesi olmuştu. Bu duygusunu;
                            Soranlara ben yurdun,
                            Anlatayım, nesiyim.
                            Ben çiğnenen bir ülkenin
                            HAKK bağıran sesiyim.    diye dile getiriyordu.
    Onun hayatında boş oturma, başkalarının eline bakma ve onlardan birşeyler beklemenin yeri asla yoktu. Bir yandan hayır cemiyetlerinin faaliyetlerine koşarken diğer bir yandan da öğretmenliğe devam ediyordu. Öğrencilerinin gönül dünyalarını aydınlatırken, bir yandan değişik yerlerden gelen feryatlara değişik gazete sayfalarından cevap veriyordu. Bir eğitimci olarak faaliyet gösterdiği yıllarda değişik dillerden bir çok eseri Azerbaycan diline tercüme ederek, Azerbaycan halkının kültür dağarcığını zenginleştiriyordu. Öyle bir hoşgörü insanı olmuştu ki, her kesim onu takdir ediyordu.O kadar ki, Ruslar, 16 yaşında öğretmenliğe başlamış bu zeki gence Azerbaycan milleti içerisinde ilk Rus dili Profösörü ünvanı veriliyordu. O hayatı boyu hep bir bahçıvan olup, güller yetiştirmek ve o güllerle vatanının her köşesini gül bahçelerine çevirmek istiyordu. Her çiçeğin kendi renginde, kendi güzelliğinde ve kendi kokusunda kokmasını istiyordu. Ona ayrı bir ünvar verilecekse, gönlü insan sevgisiyle dopdolu olan “ Gönül İnsanı” ünvanı verilmesi daha uygun olurdu.
            Cevat, içindeki bu yardım duygusunu tatmin etmek için,1912 yıllarında daha genç denebilecek yaşlarda Türkiye’de kurulan “ Kafgaz Gönüllüler Cemiyeti” ne üye olarak, zülüm görmüş, darda kalan insanlara yardıma koşmaya başlamıştı. Artık onu kimse durduramazdı. Kabına sığmıyor, gece gündüz insanlık için koşuşturuyordu. Hatta onun için bu konularda milliyet söz konusu olamazdı. Kendisiyle beraber yanına topladığı vatanperver insanlarla koşuşturmaya başlayan Cevat, yine kendisi gibi vatanperver bir şair olan Abdullah Şaik’le beraber Balkan şavaşlarıyla kötü günler yaşayan Türk insanın yardımına koşmuştu. Bununla da yetinmeyen , kendi arkadaşlarıyla bir araya gelerek değişik isimler altında hayır cemiyetleri kurar. Kurdukları bu cemiyetlerle, Kars, Sarıkamış, Batum, Ardahan ve Gürcistan’da Ermenilerin zülmüne uğrayan insnalara yardıma koşarlar. 1915 yılında Rus ve Ermenilerin katliamlarına sahne olan Kars ve Erzurum halklarına büyük yardımlarda bulunmuşlardı. “Ayın 6 sında “Müslüman Hayır Cemiyeti ”nin yetkili şahıslarından Dr Sultanov ve Sefikurski cenabları, Azerbaycan hükümeti tarafından harpzedelere yardım için toplanan içyüzmilyon rübleden ibaret olan paranın 30 bini Ardahan’a, 60 binini Soğanlık, Zaruşte ve Horosan’a dağıtmak üzere ve orada toplanacak olan   “ mahal komitesi ” nin şurasına katılmak üzere Kars’a gönderilmişlerdi”  [3]
              Bu komite ve hayır cemiyetlerin başında bulunanlar, gittikleri yerlerde sadece maddi yardıma ihtiyaç olanları tesbit etmiyordu. Sadece Türk soyundan olanlara yardımda da bulunulmuyordu. Onlar gönüllerini herkese ve her millete açmışlardı. Gittikleri yerlerde gördükleri manzaralar karşısında, insanlığın en büyük düşmanı olan cehaleti de görmezlikten gelemiyor ve bazı yerlerde onu en önemli amil olarak görülüyordu. Batum müslüman birlik cemiyeti 18 Temmuz 1917 tarihli Açık Söz gazetesinde bir makale neşrederek müslüman halka şöyle sesleniyordu. “..... Sayılara 2-3 bine varmayan bu müslümanların, bilgi yönünden çok zayıf oldukları da anlaşıldığından, her şeyden evvel bunların okumaları için bir okul açmaya karar verdik. Açılacak okulun sınıflarını tamir etmek, etrafını eğitim ve öğretime uygun hale getirmek gerekiyorduYerli müslümanlar Gürcü oldukları için, hiç olmazsa onlar kendi yerli mekteblerinde çocuklarını okutabilirler. Değişik yerlerden buralara göç etmek zorunda kalan Azerbaycan Türk’ü, Laz, Acaristanlı ve Kürtler çocuklarını okutmak için Türkçe hiç bir okul olmadığından burada rezillik çekiyorlar. Bunların bu rezilliklerini ortadan kaldırmak için, “birlik” cemiyeti sizin himayenize güveniyor.
    Size uzatılan bu kardeş elini, geriye boş olarak çevirmeyeceğinizi ümit ediyoruz. Okul ve maarif hürriyetin ocağıdır. Hürriyet ve islamiyet namına, Batum’da yaşayan müslüman kardeşlerimize, bir okul açacak kadar yardımcı olunuz.[4]    
              Evet, o hep derdi ve ızdırabı soluklayarak, dert ve ızdıraplarla dolu bir dönem yaşamıştı. Şiirleri dilden dile dolaşıyordu ama, o şiirlerin bir gün hayatına mal olacağını belki de hiç aklına getirmiyordu. Bir yandan kendi etrafındaki insanına HAKK’ı haykırmaya çalışırken diğer taraftan da, Rusların amansızca baskılarına boyun eğmiyerek dim dik ayakta durmaya çalışıyordu.
              O dönemde hep bir aşina çehre aradı durdu. Çığlıklarına kimse cevap vermiyordu. Çevresindeki insanlar adeta gassalın elinde meyyit gibi, sessiz ve ölgündü.. 
              Ahmet Cevat kendi milletine çok bağlıydı. Şiirlerinde sürekli bunu vurgulamakla beraber, bazı eksik taraflarını da açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Hatta bütün bu zülüm ve dertlerin altında inim inim inlerken, aynı kanı, aynı ismi taşıyan, aynı milletin adıyla anılan insanların hiçbir şeyden habersiz, sessiz hayatlarını devam ettirmeleri onu iyice çileden çıkarıyordu. 30 nisan 1914 yılında İkbal Gazetesinde yayınlanan “Yeni nesil ve içtimai yaralarımız” adlı makalesinde “Mikrobun ne olduğunu tanımayan kanımız, yüz defa tahlil edilse içinde ne kadar hastalığın yaşadığını göreceksiniz. Biz bu durumlara nasıl düştük, biz böyle şeylere asla layık değildik. Fakat elden ne gelir ki... Kanımızın bir damlasına gıpta ile bakan, sayıca bizlerden çok küçük olan milletler, böyle şeylerle bizim yolumuzu kesip, kendileri nüfus sayısı olarak bizi çoktan geçtiler. Bununlada kalmayan bu milletler, bizi yok etmek için kökümüze musallat oldular” [5]
     
                Ahmet Cevat, Batum’un sayılı zengin ve soylu bir aile mensup olan Süleyman Bey’in kızı Şükriye hanımla evlenir. Takvimler 1916 yılını gösterirken, Şükriye hanım 14, Ahmet Cevat ise 23 yaşlarındaydı. Şükriye hanım Ahmet Cevat’la ilk tanışmalarını şöyle anlatır “ Babamın tacir dostları çoktu. Her Batum’a geldiklerinde bize uğrarlardı. Yine bu tacirlerin geldiği bir gündü. Bu defa kadınlar için Mısır’dan ipek kumaşlar getirmişlerdi. Ben bu kumaşları terzi olan komşumuza götürürken yolda, uzun boylu, nazik, kumral gözlü, yüzü ay gibi parlayan 22,23 yaşlarında bir delikanlı olarak ilk defa görmüştüm...”[6] Ahmet Cevat’ın Batum’a geliş sebebi ise,  I. Dünya savaşında yoksullara, kimsesizlere, hastalara, göç edenlere milliyetine bakmayarak yardım eden, hayırsever bir insan olan Süleyman Bey’den kurdukları hayır cemiyetine yardım istemekti.
              İlk defa karşılaştıkları Şükriye hanıma Cevat’ın gönlü de ısınır. Ahmet Cevat bir dostu vasıtasıyla bu hayırsever insanın kızını istedir. Ama baba Süleyman Bey, Ahmet’e kızını vermeyeceğini bildirir. Bunun üzerine biribirini seven bu iki genç kaçmaya karar verir ve kaçarak evlenirler. Soylu bir aileye mensup olan Süleyman Bey, bu kaçma hadisesini gururuna yediremez tam 20 yıl kızına gelip-gitmez. İlk defa 1935 yılında kızını, damatını ve torunlarını görmeye Şamxor’a gelir ve bu küslük aradan kalkar.
              Ahmet Cevat ve Şükriye çifti tam 21 yıl beraber bir hayat sürdürürler. Bu hayat Şükriye hanımın tabiriyle, gökte Allah’a, yerde Ahmet Cevat’a sığımaktı. Ama hayatları hep böyle devam etmemişti. Vatan ve millet aşkı, onların hayatına ayrı bir sahife açmıştı. Bundan sonraki hayatları çile ve ızdıraplarla, sürgünlerle doluydu.
              Bu kısa denebilecek evliliklerinden Niyazi, Aydın, Tukay, Yılmaz ve küçük yaşlarda vefat eden kızı Elmas dünya’ya gelir. Elmas’ın küçük yaşta vefat etmesi Ahmad Cevat’ı büyük üzüntüye sevkeder. Bu üzüntüyü kızına şiirle dile getirir;
    Kudretim olsaydı, yazabilseydim,
    Bir kağıt üstüne bu derdi, kızım!
    Senin musibetin, benim derdimden,
    Neyleyim ki, kat kat beterdi, kızım[7]
     Yılmaz daha sütten kesilmemişti ki, Şükriye hanım 8 yıllığına Kazakistan’a sürgüne gönderilir. Bu süre içerisinde Yılmaz nenesi Yaxşı hanımın himayesinde kalır. Yahşı hanım Şükrüye hanımın dayandığı bu çile ve ızdıraplı hayata daha fazla  dayanamayarak vefat eder. Yılmaz bundan sonraki hayatını Anaxanım ve Meleyke hanımın yanında devam eder. Daha sonra Yılmaz kimsesizler evine yerleştirilir. Şükriye hanım sürgünden döndüğünde dünyada kalan tek oğlunu aramaya başlar. Büyük bir çabadan sonra oğlunu kimsesizler evinde hasta olarak bulur. Bulur ama, Yılmaz’la çok küçük yaşlardan ayrıldığından Yılmaz, anasını tanımaz. Meleyke hanım anasının Şükriye hanım olduğunu söylese de, Yılmaz anası olarak hala Meleyke hanımı görmektedir. Bütün yıl Yılmaz’la buluşmanın hayalini kuran Şükriye hanım, değil oğlunun anam diye boğazına sarılması, onu tanımaması Şükriye hanıma adeta yıkmıştı. Bu hadiseler Yılmaz’ın gerçek  anasının kim olduğunu öğreninceye kadar devam eder.
                   Ahmet Cevat’ın neslinden şu anda yaşayan tek insan Yılmaz AXUNDZADE’dir. Yılmaz Hukuk eğitimi almış olmasına rağmen, babası gibi şiir yazan tek oğludur. Onun kılıcı diliydi. Zalimlere karşı onunla mücadele veriyordu. Diline hakim olamayanlar, değişik yollarla onu susturmaya çalışıyorlardı. Her şiir yazışında karşısında düşmaları tarafından insafsızca eleştiriliyordu. Oğlu Niyazi daha sonraları babasının bu durumunu şöyle ifade edecekti. “Ahmet Cevat ilhamlı ve hararetli bir şairdi. Aslında o büyüleyici şiirlerinin sayısı çok daha fazla olabilirdi. Ona karşı cephe alanlar, Onun moralini öyle bozuyorlardı ki, hiçbir şey yazamıyordu. Eğer kuvvetli bir iradeye ve geleceğe ümitle bakmamış olmasaydı, bütün bunlara tahammül edemezdi. Çoğu zaman yüreğinde canlanan his ve duygulardan kaçmak zorunda kalıyordu. Ne zaman devrin şartlarına uygun faydalı birşey yazmak istese, onun ruh haletini bozuyorlardı... .”[8] 
                      
                                          ***
                       Soranlara ben bu yurdun
                       Anlatayım nesiyim
                       Ben çiğnenen bir ülkenin
                       HAKK haykıran sesiyim [9].
              Evet, o bir yandan yanıbaşındaki kardeş diyebileceği insanlarla da uğraşmak zorunda kalırken, kimseyi kırmak istemiyor ve herkese sevgiyle muhabbetle yaklaşmak istiyordu; ama her defasında da hayal kırıklığına uğruyordu. “ Bizi bizden olanlar yıktı” sözüde yine onun ruh haletini anlatıyordu.Türkiye halkı olarak zor günlerin yaşandığı yıllarda bile, Türk milletinin Kafkaslarda sesi soluğu olmaya devam ediyordu. Herkesin suskunluğa büründüğü o günlerde Kafkazlardan bizim adımıza yükselen bir ses vardı.Osmanlının 1. dünya savaşına katılmasıyla kaleme aldığı ve yıllardır kulaklarımızda yangınan;
                     Çırpınırdı Kara deniz
                     Bakıp Türk’ün bayrağına
                    Ah diyordun hiç ölmezdim
                    Düşebilsem ayağına...” [10]       diye devam eden nefis şiirini kaleme almıştı. Yüreği yerinde durmuyordu. Ellerine kelepçe vuranlar, diline hakim olamıyorlardı. Türkiye’de herkesin dilinde olan bu şiirin, Ahmet Cevat’a ait olduğunu belkide çokları tarafından bilinmiyordu. O, Türkiye ve Türk insanının dertleriyle çok yakından ilgileniyordu.
        
     
              Şair, hayatı boyunca hayaliyle yaşadığı öğretmenlik mesleğine henüz başlamıştı ki, 1. Dünya şavası patlak verdi. Bununla birlikte Peygamber mesleği olan öğretmenliğe bir başka cephede devam eder. Gönlündeki derin yardımlaşma duygusunu tatmin etmek için, fırsat bu fırsat diyerek, şavaşan halklar arsında dolaşmaya başlar ve her konuda onlara yardım etmeye çalışır.
              O kadar engin bir dünya görüşüne sahipti ki, yardım için açtığı kollarının genişliği, Dağıstan’dan Gürcistan’a, Batum’dan Kars’a, Ardahan’dan Balkanlara kadar uzanmıştı. Onun bir eli Azerbaycan’da bir eli Türkiye’deydi. Balkan savaşlarında bizzatihi Türk ordusu safları arasındadır. Canı bir, kanı bir, dili bir, dini bir Türkiye’ye karşı ayrı bir sevgisi ve bağlılığı vardı. 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Türk askerinin Bakü’ye gelip Azerbaycan halkının yardımına koşması, onda ayrı bir heyecan ve sevgi meydana getirmişti. Onun Osmanlıya karşı bu sevgisi şiir dizelerine ayrı bir ruhla dizilmiş ve hala Türkiye’de büyük bir coşkuyla okunmaktadır;
                                  Çırpınırdı karadeniz
                                  Bakıp Türk’ün bayrağına
                                 “Ah” diyordun hiç ölmezdim
                                 Düşebilsem ayağına[11]! ... diye devam eden meşhur şiiri bunlardan sadece biri. Şair başka bir şiirinde Türk ordusuna duyduğu hayranlığı “Türk Ordusuna” alı şiiriyle şöyle dile getiriyordu.
                                  Ey şanlı ülkenin, şanlı ordusu,
                                 Unutma Kafkaz’a girdiğin günü,
                                
                                 Gelirken kovmaya Turan’dan Rus’u
                                 Ayağını kara deniz öptü mü?[12]
              BirinciDünya şavaşı yıllarında Türkiye’nin durumu Ahmet Cavat’ı oldukça üzmekteydi. Çünkü Türkiye’ye ayrı bir vatan gözüyle bakmıyor, onu kendi toprağı olarak, milletini kendi milleti olarak kabul ediyordu. O sıralar Azerbaycan’ın değişik yerlerinde toplantılar düzenleniyor, Anadolu Türk’ünün yardıma koşmak için, büyük çabalar sarfediliyordu.
              Ahmet Cavad bizzat bu organizasyonların içinde yer almış, eli-kolu bağlanmış Anadolu Türkü’nü yalnız bırakmamıştı. Bu toplantılarda kadınlar bileziklerini, takılarını ortaya koyarken, Bakü dilencileri de günlük dilendiklerini ortaya döküyorlardı.
              Mavi gözlü İstanbul’un İngiliz esaretine düşmesi, Ahmet Cavad’ı çile ve izdırapla iki büklüm hale getirmişti. Onun istanbul’a ayrı bir sevgisi vardı. Çünkü kendi ruh ufkunu aydınlatan hocaları İstanbulluydular. İstanbul’un dünya üzerindeki konumunu ve bu konumun Türk milletine neler kazandıracağını çok iyi biliyordu. Elinden çok fazla bir şey gelmiyordu ama, böyle durumlarda tek silahı kalemiydi ve öylede yapmıştı. Gönlündeki yağmur damlaları kaleminden beyaz kağıt üzerine damlayınca ortaya “ İstanbul “şu mısralar çıkmıştı;
                                 Ben sevdiğim mermer sineli yarım,
                                 Diyorlar koynunda yabancı el var.
                                 Bakıp ufuklara, uzak yollara
                                 Ağlıyormuş, mavi gözler akşamla.
                                 Ah, ey solgun yüzlü İstanbul,
                                 Mavi gözlerin çok baygın İstanbul..[13] ... diye devam ediyordu. Şaiir İstanbul’a bu şekilde seslenirken, gözünü mukadesatımıza ve namusumuza diken ingilizlere de gerekli cevabı “ İngiliz” adlı şiiriyle veriyordu.
                                 Bakü’ye gelmişsin selam vermeye
                               Ey Han sarayını alan ingiliz
                              Giderken Kabeye hacı kervanı
                              Hacılar yoluna çıkan İngiliz.
                             
                              Sen bağla her yolu, süngüm tez açar,
                              Üç ayda gelenler, üç günde kaçar
                              Zannetme kurşunum havalı uçar
                              Türktür bu kurşunu atan, ingiliz [14]
              Ahmet Cavad’ın eli, Türk halkına uzanan en pak ve en temiz ellerden biriydi. Öğretmenlik mesleğinin daha baharındayken mesleğine ara vermesinin yanında O, bu duygularını çoşkuyla insanlığa başka bir şekilde hizmet olarak vermekle kendini tatmin ediyordu. Bununla da kalmayıp yakın arkadaşlarıyla Türk halkının imdadına daha rahat koşmak için “ Cemiyeti Hayriye ” adında bir hayır cemiyeti kurarlar.            
              “Şair Bakü’de neşr olunan bir kaç gazeteninde muhabiriydi. Gittiği her yerde “ Cemiyeti Hayriye” vasıtası ile, yaralılara, esirlere, Türkiyeli askerlere, dul kalan kadınlara, yetim kalmış çocuklara, sakatlara ve kimsesizlere maddi ve manevi yardım ediyordu.” [15]
              O, insanlık aşığı birisiydi. Hayatı boyunca hiçbir zaman kendi menfaatlerini millet ve insanlık menfaatleri önünde tutmadı. Hep insanlık için çırpıntı, onu aradı, onu uyardı, düşmesi muhtemel tuzaklara daha düşmeden onların elinden tutmaya çalıştı. Onun topu, tankı, silahı, mermisi yoktu. Onun insanlık ve Türk milleti sevgisiyle şahlanmış, iman dolu bir sinesi vardı. Onun gönlünün derinliklerinden gelen, o bülbül gibi nağmeleriyle, milletinin kalb ritimlerini değiştirebilecek tatlı ve tesirli bir dili vardı. Ve kendisini ifade ederken de hep aynı duygular içerinde kendisini “ Ben Kimim?” şiiriyle ifade ediyordu.
                      
                               Soranlara ben bu yurdum,
                               Anlatayım nesiyem
                               Ben çiğnenen bir ülkenin
                              “HAKK” haykıran sesiyem[16].
             Ahmet Cavad , bir yandan değişik hayır cemiyetleri vasidasıyla halka yardıma koşarken, diğer taraftan da şiirleriyle halkın moralini yüksek tutmaya gayret gösteriyordu. Türk dünyasının içinde bulunduğu felaketleri, büyük katliamları, halkımızın başına getirilen oyunları bir şiirleriyle;
                               Cesedlerle dolmuş karların altı
               Aylar var ki, dinmez yiğitler atı. [17]  dile getirirken, milletimize yapılan zülüm ve işkenceleri dökülen kanları vurgularken, kendisini ve bütün inananları insanlara karşı yardım etme mucburiyetinde olduğunu;
                  Vicdanım emr etti imdada geldim,
    Mazlum sesi duydum, imdada geldim .
    mısralarıyla dile getiriyordu. Hep ızdırap yaşadı ve ızdırap solukladı. Saraydan kız almasına rağmen bir dafa dahi olsa saray hayatı yaşayamadı. Bir tarafa çekilip, başkalarının yaptığı gibi sessiz kalabilir, kendi rahat ve rehavetini düşünebilirdi. Ama içindeki, vatan millet sevgisi bütün bunalara bir set çekiyor, içindeki yanan ateşleri bir türlü söndüremiyordu. Defalarca “ Sana ne, senden başka milletini düşünen yok mu? Rahat bir hayatın var, otur keyfine bak. Sen kimsin?” gibi hoşa gitmeyen, onu üzüntüye boğan sözlerle çok muhatap olmuştu. Ama herşeye rağmen bunlara aldırış etmiyordu. Her türlü işkenceye, zorluklara katlanabilirdi, ama milletinin ve dininin ayaklar altına kalmasına asla razı olamazdı.
           
    Onun hayatı boyu düşündüğü tek şey vardı. Vatan ve milletine sahip çıkacak insanlar yetiştirmek, onlarla dünyaya sevgi ve muhabbet ulaştırmaktı. Çektiği bütün sıkıntı ve ızdıraplar, şuursuz ve cahil kendi insanının davranışları yanında adeta sönük kalıyordu. Soydaşlarının bu halleri hiçbir zaman onu ye’se düşürmemişti. Zaten doğduğundan beri onun hayatında ümitsizliğin yeri yoktu. Geleceğe hep ümitle bakıyor, halkını bu illetin yamaçlarından uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaya çalışyordu. Bahçesindeki bütün gülleri solsa da, semalar yağmur vermese de, güneşler ufuklardan kaybolsa da, o bunu bir ümitsizlik nişanı olarak asla görmezdi. Çektiği sıkıntı ve zAhmetleri bir şiirinde söyle dile getiriyordu;
     Bir gül ektim, açılmamış derdiler,
     ZAhmetimden bana bir diken kaldı.
    Emek çektim, gün geçirdim, gül ektim,
    Emeğimden bana bir fidan kaldı.
     Ne yazım yaz, ne de günüm gün oldu,
    Gönlümün çiçeği açmadan soldu.
    Kanadımı bir uğursuz el yoldu,
                       Yerinde bir damla kuru kan kaldı”[18]
             Ahmet Cevat, yaşadığı hayat itibariyle, Türkiye’nin İstiklal şairi Merhum Mehmet Akif Ersoy’la berzerlik arzetmektedir.Yaşadıkları çileli bir hayatla, birbirlerinden uzak olmalarının yanında, manen ve ruhen bir birlerine bu kadar yakın olan bu insanlar, bu yakınlığı yazdıkları şiirleriyle ortaya koyuyarlardı.
                     Ahmet Cevat, dertleri altında inim inim inliyor ve ülke insanının perişan hali karşısında, kendinden geçiyordu, “Of Bu Yol” şiiriyle duygularını şöyle ifade ediyordu.
        Ey Allah’ım yanılttın, her bir doğru adımı
       Yoksa, yoksul dünyadan, adaletin kalktı mı?
       Ey dinlinin dinsizin, inandığı son kuvvet
       Kalmadı mı sende de, insanlara merhamet
       Ben ki, bilmek isterdim, kimler ağlar kim güler
       Onun için etmiştir, felek beni derbeder … [19] 
    Aynı dertlerle iki büklüm olan M.Akif, aynı duygu ve düşünceyle kendinden geçerek söyle diyordu;
              Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı ?
              Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı !
              Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
              “yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderıyorsun !
              ……………………………………………………………
              Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi ?
              Ağzım kurusun … Yok musun ey adl-i İlahi![20]        
          
               Bakıldığında bu iki şiir arasında çok fazla bir fark olmadığı net bir şekilde görünecektir. Yaşadığı dönemin insanlarına sesini gerektiği gibi duyuramamanın ızdırabını da kader yüklemişti sırtına Ahmet Cevat’ın.
                Onlar, herşeyden evvel insanımızı içinde bulunduğu cahaletten kurtarmayı birinci vazifeleri saymış ve ömürlerinin belli bir devresini irşad ve tebliğe harcamışlardı. Her ikiside ilimsiz cahil bir milletin, milli ve manevi değerlerini koruyamayacağını, zamanla bu duyguların dumura uyrayıp yok olacağını, böyle bir milletin de kendi ayakları üstünde duramayacağını, anlatmaya çalışıyorlardı.                
                       Ey kardaşlar! Bir zamanlar ilimsizlik dumanı
                      Cehaletin kor pençesi kaplamıştı her yanı
                       Kur’an nedir ? anlamadık,
                      Vatan nedir.? Bilmedik,
                      Karşımızda yetimlerin göz yaşını silmedik,
                      Ağlanacak bir hal idi, kendimizde görürüdük,
                      Dilimizin, dinimizin gitmesine gülürdük[21]
                                                   
    Merhum Mehmet Akif ise;                  
    Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
    Ne müthiş bir kahramanlık çarpıyor göğsünde kur’anın!
    O vicdan nerdedir, lakin? O iman kimde var? Yazık!
    Ne olmuş, bende bilmem, pek karanlık şimdi duygular!
    O imandan çok az olsaydı millette,
    Şu üçyüzelli milyon halkı görmezdim böyle horlanmış halde![22]
     
    Hayatı boyunca hep insanlara yardım için koşuşturmuş olan bu insan, nerede bir hayır işi ve hayır cemiyeti varsa orada olmuştur. İlk defa 1912 yılında Azerbaycan halkı için yardım toplamak amacıyla Türkiye’ye gider. Burada değişik şehirleri gezerek, yardım toplar.
                         Ne yazım yaz, ne kışım kış ne günüm gün oldu
                       Gönlümün çiçeği açmadan soldu
                       Kanadımı bir uğursuz el yoldu
                Yerinde bir damla kızıl kan kaldı..[23]
     Cevat, bu şiiriyle adeta her yönden çileyle çepeçevre sarıldığını, yaşamından bir lezzet alamadığını, sonunda da bu topraklar üzerinde arkadan gelecek güllere su olabilecek bir damla kan bırakarak, bu dünyadan ayrılacağını anlatıyordu.
     Cevat, bileği bükülmez bir yiğitti.   Bakü   zindanlarında eline ayağına    zincirler vuruldularsa da, kimse dilkine kilit vuramıyordu.     Zaten, onun    gözünde dünyada    yaşama   arzusu,   hayatını    hayat    etme    sevdası    yoktu. Hayelleri   hep     yüceydi
    O, bütün bunlarla uğraşırken Ruslar tarafından da vatan haini ilan ediliyordu... Bazıları Cevat’a    boş ver.. neyine lazım.. yaşamana bak... güzel bir ailenen rahat bir yaşantın var demelerine rağmen o hiç aldırış etmiyordu.. bilmiyorlardı ki, bu söylenilen şeyler Cavad için yaşamak değil, dizüstü sürünmek demekti.. Ahmet’in bu sözlere kulak asmadığını görünler ise, bu defa da; “Sen kimsin.! Sana ne..bu milleti sen mi kutaracaksın” diyerek” onu yolundan döndürmek isteyen ham ruhlarda vardı. O, “ Sen kimsi ki,...” diyen bu hissiz insanlara kendisini şöyle ifade ediyordu..                 
                         Soranlara ben bu yurdun ,
               Anlatayım nesiyim:
               Ben, çiğnenen bir ölkenin,
              “Hak!” bağıran sesiyem![24]
                Ahmet Cavad, bu mısralarıyla sadece kim olduğunu değil, aynı zamanda ülkenin zor durumunu da gözler önüne seriyordu. Ülke içindeki insanıyla beraber, çalışılıyor, adeta ağızlara alınan bir et parçası gibi çiğneniyordu.. Evet. Bakü zindanlarında insanlara reva görülmeyecek derecede işkenceye , darbelere maruz bırakılarak, kolu kanatı adeta bir ağaç gibi budanıyordu. Bir yandan vatanına kasdedenlerle uğraşırken, diğer taraftan da kendi insanına hakikatı haykırmakla meşguldu.
                Evet, o susturulamayan bir dildi. 1920. yıllarda kendisine karşı artan baskılar altında, sanki milletine ve devletine olan bağlılığı daha da artıyordu. Tek bir isteği vardı insanlardan. Onlardan iki yüzlü olmamalarını, gözünü açmalarını, kimin dost, kimin düşman olduğunu anlamalarını istiyordu.                                 
                          Bir el benim boğazımı sıkardı,
                         Yol vermedi, deyim, gülem, konuşam.
     
     Gözyaşlarım sular gibi akardı,
    Yurt oğluna, koymadı ki konuşam[25]
            Hala kulakları olduğu halde duymayan, gözleri olduğu halde görmeyen, kalpleri olduğu halde hissetmeyen şarlatanlar, vicdansızlar, yurdunun düşman çizmesi altında çiğnenmesine gözyumanlar vardı. Şair onlara gerekli cevabı da şöyle veriyordu:
                     Göstermesen bundan sonra sen erlik,
                     Beşgün çekmez yurdun, yuvan dağılır.
                     Kardaş gibi eylemesen hep birlik,
                     Yine girer toprağına yayılır.[26]
              Bütün bunlara rağmen, milli ve manevi duygularla beraber bir millet yok edilişin eşiğine götürülüyordu. Artık onun gecelerde uykusu yoktu. Dert ve ızdırapla sarmaş dolaş, milletine bir çıkış yolu arıyordu. O, milletinin dertleriyle iki büklüm olmuştu. Geceleri dahi uyumuyor, sürekli milleti için bir çıkar yol arıyordu.
    Ne yaman derttir benim ki,
    Söylemeye dilim yoktur.
    Ne garibim garip gibi,
    Ne dert bilen elim yoktur.
    Kaldım böyle bir ah, bir ben,
    Tanrım sensiz, penahım sen.[27]
           ***                 ***
    Söylediğim boş söz, döktüğüm kan-yaş,
    Hakkıma kim isen, el vurma, yavaş,
    Yavaş ki derdime ağlayan kardaş
    Yerine arkamda bir düşman kaldı.[28]
           Cavad, dilinden Rabb’ine karşı düşürmediği ve bir çıkar yol olarak gördüğü duasını, şiirleriyle de dile getirerek, adeta kendisi gibi aciz almış başkalarına da tek aciz olmayanın kapısını “münacaat” şiiriyle gösteriyordu.
                     
                       Esirge sen Ya Rab, yabancı gözden
                       Bizim elde mabedinin taşını
                       Acı bize, imanımız sönmesin
                       RAhmetinle söndür bu göz yaşını
                       Yarab, vatan senin iman senindir
                       Mümini güldüren Kur’an senindir         
                            
                        Ey mertliği ilham eden büyük HAK.
                       Buyruk senin, kullarına ne sormak
                       Çok dertliyiz bir arzumuz var ancak
                       Cebrail’den gönder bize bir sancak             
                            Yarab, vatan senin iman senindir
                            Mümini güldüren Kur’an senindir [29]
             
              Cevat için çileli dönem asıl 1922 yılından başlar 1937 yılına kadar devam eder.. Bu yıllar arası bir cani gibi mahkeme mahkeme dolaştırılıyor, bir vatan hainin gibi muamele görüyordu. Ama O bunlara hiç mi hiç aldırış etmeden, “milletim, genç neslim” diyerek inim inim inliyordu... Bu yolun uzun olduğunu, menzilinin çok olduğunu, yolların derin zulmet sularıyla dolu olduğunu, bu suların geçit vermeyeceğini çok iyi biliyordu. Belki fakirliğe, susuzluğa, açlığa tahammülü vardı, fakat tek bir şeye tahammülü yoktu, o da milli ve manevi değerlerin göz göre göre yok edilmesine.. ölürdü de bunlara müsaade edemezdi.. Bütün bunlar dayanılacak türden değildi
              Cavad’ın kendi vatanında bile şiirlerinin basılmasına izin verilmiyor, evi basılıyor, ne kadar el yazma eseri varsa toplanıp yakılıyordu.. Bazen evinin kapısına dahi kilit vuruluyor, rahat bir yaşam sürmesine izin verilmiyordu..
              Cavad’ı çekemeyenler oldukça fazlaydı. Onu sadece içinde vatan sevgisi olduğu için değil, bununla birlikte Türkiye hayranlığı, Türkiye sevgisinden dolayıda sevmeyenler çoktu. Bundan dolayı onun eserlerinin Türkiye’deki bazı gazetelerde bile basılmasına tahammül edemiyor, vicdanları kararmış bazı ikiyüzlü yazarlar, ağza alınmayacak sözlerle Cavat’ı hicv ediyor, bu yazılarını da değişik gazete ve dergilerde de bir maharetmiş gibi neşr ediyorlardı.
                    Şiirlerine avuç açtı, Türkiye Ahmet Cavad’ın
                   Sahtekarlığı ayan oldu cümleye Ahmet Cavad’ın
                   Yazdığından kendinin, elbette vardır haberi[30]
     
                Bu şiirleri yazanlar sadece yayınlanan şiirlerinden dolayı değil, aynı zamanda insanları uyandırmasını da eleştiriyorlardı. Onun Meşhur “Göygöl” şiirinde Türkçülük propagandası yapmakla şuçluyorladı.
    Aynı şiirin başka bir beyitinde;
                       Kanını coşturarak eski dostluk hevesi,
    Aklına düştü bugün, Göygöl’ün hatırası,
    Gücü yetmedi etrafı görmeye Ahmet Cevat’ın
    Hilesi oldu beyan ülkeye Ahmet ’ın [31] 
    diyerek ona hakaret yağdırmanın yanında, efsane diye adlandırılan “Göygöl” şiiriyle de alay ediyorlardı. Hatta iş daha da vahim hale gelerek, bazı gazetelerde onun aleyhinde makaleler yayınlanıyor, millete karşı küçük düşürülmeye, onun hakkında gönüller şüpheye düşürülmeye çalışılıyordu.
              İşte bunlardan bir örnek: “ yeni yol” gazetesindeki 6 Kasım 1929 26. sayısında, aynı gazetede muhabir olarak çalışanların imzasıyla yayımlanan bir yazı.
               “ Biz “ yeni Yol ” gazetesinde çalışan muhabirler olarak, “ Komünist Gazetesinde çıkan, Ahmet Cavat’ın sistem düşmanlığı hakkındaki yazılarını okuduk. Biz onun çürümüş Müsavat basınında sosyalizm aleyhine yazdığı iftira ve yalan-yanlış istinatlarına şiddetle nefretimizi bildiriyoruz. Ahmet Cavad’a biz hiç bir zaman bir milliyetçi duygusu ve vefası görmedik. Şimdi ortaya çıkan fitnesi bile bizi korkutmuyor. .Çünkü biz, onun geçmişini de, bizlere yazdığı yabancı şiir parçalarını hala unutmadık.
              Her ne vasıta ile olursa olsun, Azerbaycan şurasından eli çekilmiş müsavatçılar arasında yazdıklarının yayılması, onun sosyalizme karşı olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Büyük zorluklara katlanarak, kurduğumuz sosyalizm sistemi Ahmet Cavad gibi iki yüzlü hainlere haddini bildirecektir....”[32]
              Evet, vatan ve milletine sadakatla sahip çıkan bu insana, ses verenlerin sesi böyle çıkıyordu. Sadece bunlar mı? Elbetteki hayır. Yıllarca dost görünüp, fırsatını bulduğunda arkadan hançerleyen insan kılıklılar da yok değildi. Sıkıntılı zamanlarda dost bilip kucağına sığındığı insanlar bile, onu sırtından hançerliyordu.
    “ 1920-1925 yılları arasında sadece 4-5 şiiri yayınlanmıştır.. Onu eleştirmek için pusuda bekleyenler vardı. 1925 yılında şairin ölmez eseri “Göygöl” neşredilmişti. Semed Ağamalıoğlu (Rusya zamanında toprak bakanlığı yapmış) onun için; “Kim diyebilir ki, Azerbaycan’ın Puşkin’i yoktur... var.. hemde en mükemmelinden..”. diyerek övgüler yağdırmıştı Ahmet Cevat’a... Ama daha sonra....
               Ağamalıoğlu’nun yanına “Kızıl Kalemler” – Rusya zamanında kurulmuş Yazarlar Cemiyeti- cemiyetinden üç şahıs gelerek, Ağamalıoğlu’na; bu şiiri siz övüyorsunuz ama, bu şiirde devleti yıkmak, ona karşı çıkmak manaları taşıyan ay ve yıldızdan bahsedilerek onun için göz yaşı döküldüğü ifade ediliyor” demelerine karşısnda, Ağamalıoğlu korkusundan az önce takdir ettiği, yere göğe sığdıramadığı Ahmet Cevat’ın yakalanıp haps edilmesi ister. Cavad yakalaranak hapsedilir ve bu şiirde ay ve yıldızdan kasıt, devlete karşı olduğun fikri ona zorla kabul ettirilmek için işkence yapılır. Bunu duyan hanımı ve anası Ağamalıoğlu’nun yanına gelir.
          - Ay oğul sende bilirsin Cavad’ın çocukları var. Onun topu, tüfeği, askeri yok ki, Sovyet hükümetine karşı çıksın onu niye hapsettiniz. der. Ağamalıoğlu;
            -Ay Kadın; senin oğlunun ne olduğunu biliyor musun? Nedir, kimdir.? O Sovyet hükümetini bir balon gibi parmağına takıp, çevirip duruyor”..diyerek Ahmet ’ı kötülemeye başlar.. “Göygöl” şiirini okuyup, Azerbaycan’ın Puşkin’i ilan ettiği Ahmet Cavad’ı, şimdide aynı şiiriyle Sovyet Devletini yıkmakla ittiham ediyordu. [33]
              Evet, sovyet rejimi insanları o hale gitirmişti ki, kardeşleri birbirine düşürmüştü.. Cevat, bir yandan bu sistemle mücadelesine devam ederken, kendi milletine de derdini anlatamamanın ızdırabını yaşıyordu.    1920-1930 yılları arasında hiç bir şair Ahmet Cavad kadar devamlı ve uzun süre tenkit edilmemişti.
    .Ahmet Cevat, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthis baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyor olmasıydı. O günlerde değişik mahkemeler teşkil edilmiş, devlet rejimine karşı gelenler iki guruba ayrılmıştı. Ahmet Cavat ikinci grubun içinde yer alıyordu. Bu grubta olanlar vatan haini ilan edilmiş ve kurşuna dizilmeleri isteniyordu. Ama önce göstermelik mahkemeler kurulmalı ve bu mahkemelerde bunlar yargılanmalıydı. Mahkemelerde onların aleyhinde söylenen her şeyin ispat edilmesi bir yana, iftiralar da bile hiç bir isbat şartı aranmadan aynen kabul ediliyordu. Ve belirlenen kişiler tarafından bir sürü istinatsız şeylerle Ahmet Cavad itham edilecek ve sonunda da kurşuna dizilecekti. Evet, senaryo önceden hazırlanmış, senaryonun hayata geçirilmesiyle alakalı bütün işlemler tamamlanmıştı. İnsanlık tarihinde bu tür göstermelik mahkemelerin sayıları oldukça fazladır Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.”... Sosyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi heyetinin onu ittiham ettikleri en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçuda ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937 yılı gecesi Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.” [34]
                  Resmi kaynaklar Ahmet Cavad’ın 1937 tarihinde Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edildiğini yazsa da, bazı kaynaklarda Cavad’ın Bakü’deki Bayıl zindanlarında dövülerek öldürüldüğü de yazılmaktadır.. Bu meseleyle alakalı Hayat ve çile arkadaşı Şükriye hanım şu ibretli vakıayı naklediyor.” Ben bayıl hapishanesinde bir vatan haini eşi gibi! cezamı çekerken, daha önce bizim evde hizmetçi olarak çalışan ve şimdilerde hırsızlık suçundan dolayı burada olan Mariye isminde bir kadın vardı. Bana; eşini başı sarılmış, 40 derece ateş içinde kıvranarak hapishanenin seyyar hastahanesine götürülürken gördüğünü. söylemişti.. Ben o zamanlar eşimle görüşme talep etmeme rağmen, eşimle görüşmeme izin verilmemişti . Şimdi anlıyorum ki, benim görüşmek istediğim o sıralar eşim çoktan dövülerek öldürülmüştü.”. [35]
                 O günden beri ölümü halen esrarını koruyan Ahmet Cavad’ın öldürülmesiyle iş bitmiş miydi..? Elbetteki hayır. Geride kalan aile de parçalanmalıydı. Onun aile fertleride gerektiği cezaya çarptırılmalıydı.. Gözünü kan bürümüş vanpirler, hala kana doymamıştı. Evin çileli hanımı, hayatı saray bahçelerinde geçen Şükriye hanımdan işe başlanmıştı. Şükriye hanım bir vatan haini eşi gibi, aynı suçtan yargılanan bir sürü kadınla tren vagonlarına doldurularak Kazakistana (bir rivayete göre Sibiryaya) sürgüne gönderiliyordu.
                 Evet bu aile parçalanmalıydı. Arkada bir kırıntı dahi kalmayacak şekilde. Ve öylede olmuştu. Ama asıl bir mesele daha vardı. Hayat boyu rahatlık nedir bilmeyen, yeri gelince yiyecek bir lokma ekmeye bile ihtiyacı olan Şükriye hanımı, kocasına ihanet ve vefasızlık yapmaya ikna etmek için sanaryolar üretilmeliydi.  
                    Sıra bu ailenin çilekeş annesi Şükriye hanıma gelmişti. Önce kocasına ihanet etme, vefasızlık yapmaya zorlanacaktı Şükriye hanım. Herşeyden önce o bir ana idi. Ona öyle bir damardan yaklaşıyorlardı ki, belki anne şefkatiyle çocuklarına acır da söylenenlere harfiyen uyar, onlarda istediklerine nail olurlardı.
    İnsanlıktan nasibi olmayan, insanlık tarihine kapkara bir sahife açan bu kem talihli insanlar, zindandaki Şükriya hanıma yaklaşarak şu iğrenç teklifi yaparlar;
             Karşı taraf:
    -      Şükriye hanım. Çocuklarının hatırına sana bir iyilik yapmak istiyoruz.
    Şükriye hanım;
    -      Çocuklarıma göre bana iyilik etmek isteseydiniz, gerçekten bunda samimi olsaydınız, çocuklarımın babasını götürmezdiniz.
    Karşı taraf;
    -      İnat etmeyin. Bir düşünün çocuklarınız için ne yapabilirsiniz.
    Şükriye hanım;
    -      Yardım etmek kimin elinden gelir ki, benden yapmamı istiyorsunuz.
    Karşı taraf;
    -      Sözlerimize karşılık vermenin sana hiçbir yardımı olmaz.
    Şükriye hanım;
    -      Bana kimin yardımı oldu ki,
    Karşı taraf;
    -      Kısaca söylemek gerekirse. İstermisiniz sizi ve çocuklarınızı kurtaralım.
    Şükriye hanım;
    -      Bunu hangi taş yürekli ana istemez ki,
    Karşı taraf;
    -      Çok güzel. Senin beraatin için çok güzel bir çıkış yolu var. Kocan halen hayattadır. Vakit kaybetmeden bize dilekçeyle baş vurarak eşinizden boşandığınızı yazarak, onunla bir bağınız kalmasın. Ondan sonra rahat rahat oturup çocuklarınızı büyütün rahat edin.[36]
    Şükrüya hanımın müsbet bir cevap vereceği ümidiyle rahatlayan karşı taraf, bu işi başarmanın verdiği rahatlıkla yüzlerinde bir gevşeme meydana gelmişti ki, Şükriye hanımın onları deli divaneye çevirecek vefayla, sadakatla şahlanışına şahit oldular.
    -      Ben ha.. ben.. Şükriye hanım... Ahmet’imden boşanayım.
    Ben ki, Ahmet Cavad’a olan aşkım yüzünden sarayları bırakıp, Acaristan’ın beyi babam Süleyman beyi bırakıp, sefilliği, aclığı, çileyle bütünleşen bir hayatla Ahmet’i tercih etmiştim. Şimdi onu tam öldüreceğiniz bir zamanda benim ona vefasızlık, sadakatsizlik yaparak, ölümüden önce onu benim öldürmemi mi istiyorsunuz ha.. öylemi.. asla.. asla..
    -Bağlayın elimi kolumu, tutun beni..Celletlar.... Ahmet’imden önce benim canımı alın... Boşanmaktansa ölmem daha iyidir.[37]
                 Şükrüye hanım, böyle yaşamaktansa sürgüne gitmeye çoktan razıydı. Bir anda aklına düğün gününde Ahmet Cavad’ın ona yazıp, okuduğu bir şiir geldi.. Hapishanedeki kamarasında bu şiiri kendi kendine okuyarak doyasıya ağlamıştı.      Onlar hayatın her türlü cefasına, talihsizliğine daha baştan beraber karşı koymaya karar vermişlerdi ve gönülleriyle beraber hayatlarını, diğer bir ifade ile bela ve musibetleri beraberce göğüsleyeceklerdi. Ama hayatın o güzel gündüzleri birden geceye dönüvermişti. Çünkü o, bir vatan haininin eşi damgasını yemişti artık. Dostları bile ona selam vermez olmuştu. Defalarca baskı yapılmıştı Şükriye hanıma,, Eğer kocasından şikayetçi olur da ondan boşanırsa, bütün bu işkencelerin biteceği sözü verilmişti kendisine. Ama o, ölürdü de, Ahmetini satamazdı. Bu yola beraber çıkmışlardı ve sonunda ölüm dahi varsa, o ipi beraber göğüsleyeceklerdi. Uyguladıkları binbir entrikadan ve işkenceden sonra bir netice alamayanlar, son çare olarak uzak diyarlara sürgün etme kararına gelmişlerdi.
                  Bir hayvanın bile dayanamayacağı hayat şartlarına onları zorluyorlardı. Bir gece zülmetli karanlıklar altında onları toplayarak, nereye gidildiği hiç kimseye belirtilmeden bir bilinmeze doğru yol almaya başlamışlardı. Soru sorma hakları yoktu. Hayvan taşımacılığında kullanılan vagonlar bu sefer kocaları vatan haini ilan eden kadınlarla doluydu. Dışarıdan içeri bir gözün algılayacağı kadar bile bir ışık hüzmesi süzülmüyordu. Bu vagonlar adeta kabir hayatını andırıyordu. Kimseler yok muydu bu işe dur diyecek.? Hangi insanlık, hangi insan hakları, hangi vicdan bütün bu olanları kabul edebilirdi..
                  Bütün bu olanlar karşısında, korkutularak sindirilmeye çalışılan insanlardan biri olan Şükriye hanım bu işe dur demenin zamanın geldiğini şöyle anlatıyordu;“ .. vicdanların aşınıp yok olduğu bir zamanda, erkeklerin istibdat ejderhasının ağızına sıkıştırıldığı bir zamanda, kirlenmemiş, rezalete bulaşmamış vicdan kalmadı mı? O kirlenmemiş vicdanlar, üstüne çamur çökmemiş insaflar nerde kaldı? Niye bir araya gelip, yeter bu istibdat demiyorlar,? Niye bir temizin, bir dürüstün çirkefe bulaşmasına engel olmuyorlar.? Niye .. niye... demek ki, başından bulandırılan su artık herkese sirayet etmişti.[38]
               Evet bütün bunlar düşünülmesi gereken şeylerdi. Bunları düşünecek kafa bile bırakmamışlardı onlara. Şükrüye hanım bütün bunları düşünürken beyni çatlayacak hale gelmişti..         İnsanları işledikleri bir suçtan dolayı, önce muhakeme edip, daha sonra gereken ceza verilmeli değil miydi.?. Dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş hadiseler yaşanıyordu onların hayatında. Mahkemelere yalancı şahitler para karşılığı ifade veriyor, hiç kimsenin tanımadığı bu insanların verdiği ifadeler aynen kayıtlara geçiyordu. Bu insanlardan bazıları daha sonra pişmanlık duyarak “ Ahmet aleyhinde ifade veren Ahundov, Efendiyev, Hüseyinov, Zeynallı ve Çobanzade, yalancı şahitlik yapmaları için, kendilerine inanılmaz derecede baskı yapıldığını itiraf etmişlerdi”[39]
                Şükriye hanımı hayatının sonlarına ziyaret edenler, onun çehresinde geçmişin bütün ızdırap lekelerini görebiliyorlardı. Bazen bir şeyi hatırlamak için uzunca düşünmek zorunda kalıyordu. Hayatının son anlarında onu ziyarete giden Azerbayacan’ın sevilen yazıcı ve şairi Mehmet ASLAN’ın şu tesbitleri onun durumunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. “... ne zamandan beri hafızası bu kadar berbat haldedir. Yazık ! kadında öyle unutkanlık var ki, adını bile sorsanız oracıkta şaşırıp kalıyor.”[40] 
    Evet, Şükriye hanım saray bahçelerinde yetişmiş bir güldü. Çileli ve ızdıraplı bir hayatı onunla tanıdığı Cavad’ı yazmış olduğu bir şiirde, ona olan sevgisini şöyle dile getiriyordu.
                      Bir gülsün, dermişim gençlik bağından,
                     Bir gülü, çiçeği dermirem sensiz!
                     Kem aldım ömrümün gençlik çağında,
                      Bir bağa, bahçeye , giremem sensiz... [41]
     
                 Evet, Şükriye hanımda her dakika hesaba çekilmekten o kadar sıkılmıştı ki, artık kendini idare edemeyecek dereceye gelmiş, aklı dengesini de bozulmak üzereydi. Artık dünyadan ızdırap ve çile dolu sırlı bir hayatla uçup giden Cavad’ından sonra yaşamak neye yarardı ki. Ama şükriye hanımın daha çilesi dolmamıştı. Yaşayacağı daha çok şeyler vardı hayat yolunda. Bunlar sadece Şükriye hanımın çektikeri. Buna göre Ahmet Cevat’ın çektiği işkence ve sıkıntıları varın sizler düşünün.
    İnsanlık tarihinde, kendisine asla yakışmayan binlerce kara sayfalar vardır. Bu kara sayfaların bazıları var ki, bütün ömrünü milleti ve vatanı için çileyle geçiren insanlara reva görülen insanlık dışı işkencelerdir. İşte tek sucu vatanını seven, vatanı için gençliğini feda eden bir insanın hanımı olmak veya o ailenin bir ferdi olmak...
    Yıl 1938. Henüz Kocasının ayrılık acısı içinde taptaze olan Şükriye hanım ve onun gibi yüzlerce kadınla beraber, bunca işkenceden sonra yaşadığı sürgün hayatından tüyler ürperten bir kesit. Şükriye hanım anlatıyor;“ ...... trenden indirilince kocaları vatan haini olan kadınlar” geldi diyorlardı... masallarda anlatıldığı gibi, adam yiyen insanlar bizleri karşıladı. Bizler bu boyda, bu gövdede adamları ilk defa görüyorduk. Ellerindeki değnekler çok amansızdı.. bir şey olduğunda kafaya, omuza acımasızca vuruyorlardı.. niye.?. niçin..?. sorularına cevap yoktu.. Madem çekilecek suçumuz var elbetteki çekeriz.. değilmi ki, vatan ve millet uğrunda.. Ruslar yiyecek dünya nimeti adına pek bir şey vermiyorlardı hatta öyle bir hale gelmiştik ki, gece ve gündüzün farkını bile varamıyorduk. Günler geçtikçe açlıktan ayakta duracak takatımız bile kalmamıştı, ölecek duruma gelmiştik. Birlikte olduğumuz Ceyran hanım, sanki kuyunun dibinden sesleniyor gibi,
    - Şükriye uyuyor musun.?
    - Hayır..
    - Ben de Şükriye.. herhalde ölüyorum.
    - Ölme, dizlerini birbirine kenetle.. daha çekilesi meşakkatli günlerimiz var onları çekmeliyiz.
    - Dizlerimi nasıl sıkayım Şükriye, takatım kalmadı ki, kaç gün oldu bilemiyorum, bize dünya nimeti adına hiç bir şey verilmedi ki, ölüyorum...
    - Bende seninle birlikte... dur bak ben senden beter haldeyim. Aklıma bir şey geldi Ceyran, senin aklına gelen hayırdır inşallah. Sende iğne var mı.? Ne yapacağın iğneyi?
    - Bizi açlığın mengenesinden kurtarırsa ancak bu kurtarır.
    İğneyi parmağına batırarak parmağını teş.. ve parmağını teşerek kendi kanını emmeye başlar.
    - Gözüme ışık geldi.. Allah’ım sen kerimsin......[42]
    Onlar bu halde bile rahat bırakılmıyorlardı. O haldeyken bile sıkı bir mesai altında çalıştırılıyorlardı.
    “ Kocaları vatan haini ilan edilen kadınları muhtelif tezgahlara dağıtılmıştı. Şikriye hanım, dikiş bölümüne düşmüştü. Buna bütün kadınlar sevinmişti. Hayatlarının hiç bir garantısı olmayan kadınlar, böyle bir iş verilmesinden dolayı belki hayatlarının devam edeceğine bıraz daha ümitleri artıyordu. Bunun içindir ki, bütün mahkumlar kendi gücü ve becerisinden daha fazlasını yapmaya çalışıyordu. Yeter ki, bir parça ekmek versinlar. Yeter ki kadınlara insanlık dışı sert davranışları bıraz daha yumuşatsınlar.”
    Artık kadın halleriyle bazı şeylere takatleri yetmiyordu. Günlerce az-susuz bırakılarak çalıştırılan, her türlü işkencelere maruz bırakılan, erkeklere gücü yetmeyen, yürekleri küçük acılara bile tahammül edemeyen bu analara, hangi insanlık bu kadar zülümü ve işkenceyi reva görebilirdi. İşte komünizm dedikleri sistemin temel taşlarını bunlar oluşturuyordu. Onun her taşına, her tuğlasına masum insanların kan izleri vardır.
                 Bununla da kalmıyorlardı. Bu işkence kampında akşamlara kadar çalıştırılan insanlara akşamları bile istirahat reva görülmüyordu.Yemek olarak bir kuru ekmek ancak veriliyordu. “ Akşam iş bitiminde kadınlardan bir grup şeçilerek ayırılıyordu. Şükriye hanımda bunların içindeydi. Gündüzleri göz kırpmadan görülen işlerden sonra sabah için bütün yemek hazırlama ve ekmekleri pişirmekte yine onlara düşüyordu. Şükriye hanım daha 8 yıl burda kalacak ve bundan beter ağır işlerle yüzyüze gelecekti. Ondan sonra... acaba ondan sonra rahat bir hayat olacak mıydı.?...[43]
    Evet; Kocaları birer birer ortadan kaldırılmış sıra kendilerıne gelmişti. Onlarda bunun farkındaydılar. Onlarda kocaları gibi hem kocalarına, hem de milletıne sadakat içindeydiler ve devam etmeye de kararlıydılar. 


    [1] : Saleddin Ali-I, s..33.
    [2] : Saleddin Ali, Ahmed Cavad , s.15.
    [3] Saleddin Ali-II, s.77-78.
    [4] a.g.e.
     
    [5] Saleddin Ali-II s.34-36
    [6] Saleddin Ali, Ahmed Cevad,  s 283
    [7] Saleddin Ali-I s,101
    [8] Mahmut Tevfik ve Rahman Hasanov, s.199.
    [9] a.g.e., s.8.
    [10] Aliyeva Aybeniz, s.31.
    [11] a.g.e.
    [12] Aliyeva Aybeniz , s.22.
    [13] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.102.
    [14] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman , s.191.
    [15] Salettin Ali, Ahmet Cevat, s. 54.
    [16] Aliyeva Aybeniz,   s.8.
    [17] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 58.
     
    [18] Saleddin Ali, Ahmet Ceva, s.90.
    [19] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.112
    [20] Safahat, s.281
    [21] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 44.
    [22] Huyugüzel Ö.Faruk, Bağcı Rıza, Gökcek Fazıl, Sahafat-II, s.601
    [23] Saleddin Ali-I, s.117-118.
    [24] Aliyeva Aybeniz, s.8
    [25] Saleddin Ali, Ahmet Cevat, s. 124.
    [26] a.g.e, s. 124-125.
    [27] Saleddin Ali-I, s.153.
    [28] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.90.
    [29] Saleddin Ali-I, s.132,133.
    [30] Saleddin Ali, Ahmed Cevad, s.162.
    [31] a.g.s. s.162.
    [32] Yeni yol Gazetesi 6 Kasım 1929 . sayısı 26
    [33] Saleddin Ali –I,  s. 22-23.
    [34] Saleddin Ali –I , s.18-19.
    [35] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman , s.12.
    [36] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.6.
    [37] a.g.e., s.. s.7.
     
    [38] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.3-4.
    [39] Saleddin Ali , Ahmed Cevad, s. 306.
    [40] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.20.
    [41] Saleddin Ali, Ahmed Cevad, s.301.
    [42] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.18.
    [43] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.18.
  • AHMED CEVAD’I SÜRĞÜNE GÖTÜREN ŞİİR: GÖYGÖL
         Milli şairler yazdıkları eserlerle bazen kendi kaderlerini bilerek yada bilmeyerek tayin ederler bunlardan biri de Azerbaycanın İstiklal ve güclü şairi Ahmed Cavaddır.Yazdığı şiirler, tercüme eserleri, cephede yaralı askerlere yardımı, bütün bunları biraraya topladığımızda hayatın her alanında mücadele ettiğini müşahade ediyoruz. Cevat için çileli dönem asıl 1922 yılından başlar,  1937 yılına kadar devam eder.. Bu yıllar arası bir cani gibi mahkeme mahkeme dolaştırılıyor, bir vatan haini gibi muamele görüyordu. Ama O bunlara hiç mi hiç  aldırış etmeden, “milletim, genç neslim” diyerek inim inim inliyordu... Bu yolun uzun olduğunu, menzilinin çok olduğunu, yolların derin zulmet sularıyla dolu olduğunu, bu suların geçit vermeyeceğini çok iyi biliyordu.  Belki fakirliğe, susuzluğa, açlığa tahammülü vardı, fakat tek bir şeye tahammülü yoktu, o da milli ve manevi değerlerin göz göre göre  yok edilmesine.. ölürdü de bunlara müsaade edemezdi..  Bütün bunlar dayanılacak türden değildi        
              Cavad’ın kendi vatanında bile şiirlerinin basılmasına izin verilmiyor, evi basılıyor, ne kadar el yazma eseri varsa toplanıp yakılıyordu.. Bazen evinin kapısına dahi kilit vuruluyor, rahat bir yaşam sürmesine izin verilmiyordu..
              Cavad’ı çekemeyenler oldukça fazlaydı. Onu sadece içinde vatan sevgisi olduğu için değil, bununla birlikte Türkiye hayranlığı, Türkiye sevgisinden dolayıda sevmeyenler çoktu. Bundan dolayı onun eserlerinin Türkiye’deki bazı gazetelerde bile basılmasına tahammül edemiyor, vicdanları kararmış bazı ikiyüzlü yazarlar, ağza alınmayacak sözlerle Cavat’ı kötülüyor, bu yazılarını da değişik gazete ve dergilerde de bir maharetmiş gibi  yayınlıyorlardı.
              
                   Şiirlerine avuç açtı, Türkiye Ahmet Cavad’ın
                   Sahtekarlığı  ayan oldu cümleye Ahmet Cavad’ın
                   Yazdığından kendinin, elbette vardır haberi[1]
     Bu şiirleri yazanlar sadece  yayınlanan şiirlerinden dolayı değil, aynı zamanda insanları uyandırmasını da eleştiriyorlardı. Onun Meşhur “Göygöl” şiirinde Türkçülük propagandası yapmakla şuçluyorladı. Aynı şiirin başka bir beyitinde;  

    Kanını coşturarak eski dostluk hevesi,
    Aklına düştü bugün, Göygöl’ün hatırası,
    Gücü yetmedi etrafı görmeye Ahmet Cevat’ın
    Hilesi oldu beyan ülkeye Ahmet ’ın [2] 

    diyerek ona hakaret yağdırmanın yanında, efsane diye adlandırılan “Göygöl” şiiriyle de alay ediyorlardı. Hatta iş daha da vahim hale gelerek, bazı gazetelerde onun aleyhinde makaleler yayınlanıyor, millete karşı küçük düşürülmeye, onun hakkında gönüller şüpheye düşürülmeye çalışılıyordu.İşte bunlardan bir örnek: “ yeni yol” gazetesindeki 6 Kasım 1929  26. sayısında, aynı gazetede muhabir olarak çalışanların imzasıyla yayımlanan bir yazı. “ Biz “ yeni Yol ” gazetesinde çalışan muhabirler olarak, “ Komünist Gazetesinde çıkan, Ahmet Cavat’ın sistem düşmanlığı hakkındaki yazılarını okuduk. Biz onun çürümüş Müsavat basınında  sosyalizm aleyhine yazdığı iftira ve yalan-yanlış istinatlarına şiddetle nefretimizi bildiriyoruz.  Ahmet Cavad’a biz hiç bir zaman bir milliyetçi duygusu ve vefası görmedik. Şimdi ortaya çıkan fitnesi bile bizi  korkutmuyor. .Çünkü biz, onun geçmişini de, bizlere yazdığı yabancı şiir parçalarını  hala unutmadık.Her ne vasıta ile olursa olsun, Azerbaycan şurasından eli çekilmiş müsavatçılar arasında yazdıklarının yayılması, onun sosyalizme karşı olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Büyük zorluklara katlanarak, kurduğumuz sosyalizm sistemi Ahmet Cavad gibi iki yüzlü hainlere haddini bildirecektir....”[3]
              Evet, vatan ve milletine sadakatle sahip çıkan bu insanın sesi onu sevmeyenler tarafından böyle kesiliyordu . Sadece bunlar mı? Elbetteki hayır. Yıllarca dost görünüp, fırsatını bulduğunda arkadan hançerleyen insan kılıklılar da yok değildi. Sıkıntılı zamanlarda dost bilip  kucağına sığındığı insanlar bile, onu sırtından hançerliyordu.“ 1920-1925 yılları arasında  sadece 4-5 şiiri  yayınlanmıştır.. Onu eleştirmek için pusuda bekleyenler vardı. 1925 yılında şairin ölmez eseri “Göygöl” neşredilmişti.  Semed Ağamalıoğlu (Rusya zamanında toprak bakanlığı yapmış) onun için; “Kim diyebilir ki, Azerbaycan’ın Puşkin’i yoktur... var.. hem de en mükemmelinden..”. diyerek övgüler yağdırmıştı Ahmet Cevat’a... Ama daha sonra...Ağamalıoğlu’nun yanına “Kızıl Kalemler” – Rusya zamanında kurulmuş Yazarlar Cemiyeti- cemiyetinden üç şahıs gelerek, Ağamalıoğlu’na;  bu şiiri siz övüyorsunuz ama, bu şiirde  devleti yıkmak, ona karşı çıkmak manaları taşıyan ay ve yıldızdan bahsedilerek onun için göz yaşı döküldüğü ifade ediliyor” demelerine karşısnda, Ağamalıoğlu korkusundan az önce takdir ettiği, yere göğe sığdıramadığı insanı  yakalanıp hapis edilmesini ister. Cavad yakalaranak hapsedilir ve bu şiirde ay ve yıldızdan kasıt, devlete karşı olduğu fikri ona zorla kabul ettirilmek için  işkence yapılır. Bunu duyan hanımı ve anası Ağamalıoğlu’nun yanına gelir.
          - Ay oğul sende bilirsin Cavad’ın çocukları var. Onun topu, tüfeği, askeri yok ki, Sovyet hükümetine karşı çıksın onu niye hapsettiniz. der. Ağamalıoğlu;
            -Ay Kadın; senin oğlunun ne olduğunu biliyor musun? Nedir, kimdir.? O Sovyet hükümetini  bir balon gibi parmağına takıp, çevirip duruyor”..diyerek Ahmet ’i kötülemeye başlar..  “Göygöl” şiirini okuyup,  Azerbaycan’ın Puşkin’i ilan ettiği Ahmet Cavad’ı, şimdi de aynı şiiriyle Sovyet Devletini yıkmakla ittiham ediyordu. [4]
              Evet, sovyet rejimi insanları o hale gitirmişti ki, kardeşleri birbirine düşürmüştü.. Cavat, bir      yandan bu sistemle mücadelesine devam ederken, kendi milletine de derdini anlatamamanın ızdırabını    yaşıyordu.    1920-1930 yılları arasında hiç bir şair Ahmet Cavad kadar devamlı ve uzun süre tenkit edilmemişti.
      Ahmet Cavat, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthis baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyor olmasıydı.  O günlerde değişik mahkemeler teşkil edilmiş, devlet rejimine karşı gelenler iki guruba ayrılmıştı. Ahmet Cavat ikinci grubun içinde yer alıyordu. Bu grupta olanlar vatan haini ilan edilmiş ve kurşuna dizilmeleri isteniyordu. Ama önce göstermelik mahkemeler kurulmalı ve bu mahkemelerde bunlar yargılanmalıydı. Mahkemelerde onların aleyhinde söylenen her şeyin ispat edilmesi bir yana, iftiralar da  bile  hiç bir isbat şartı aranmadan aynen kabul ediliyordu. Ve belirlenen kişiler tarafından bir sürü isnatsız şeylerle Ahmet Cavad itham edilecek ve sonunda da kurşuna dizilecekti. Evet, senaryo önceden hazırlanmış, senaryonun hayata geçirilmesiyle alakalı bütün işlemler tamamlanmıştı. İnsanlık tarihinde bu tür göstermelik mahkemelerin sayıları oldukça fazladır Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.” ... Sosyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi  heyetinin onu ittiham ettikleri  en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçuda ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937’de  Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.”  [5]
    Resmi kaynaklar Ahmet Cavad’ın 1937 tarihinde Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edildiğini yazsa da, bazı kaynaklarda Cavad’ın Bakü’deki Bayıl zindanlarında  dövülerek öldürüldüğü de yazılmaktadır..  Bu meseleyle alakalı Hayat ve çile arkadaşı Şükriye hanım şu ibretli vakıayı naklediyor.”  Ben bayıl hapishanesinde bir vatan haini eşi gibi! cezamı çekerken, daha önce bizim evde  hizmetçi olarak çalışan ve şimdilerde hırsızlık suçundan dolayı burada olan Mariye isminde bir kadın vardı. Bana; eşini başı sarılmış, 40 derece ateş içinde kıvranarak hapishanenin seyyar hastahanesine götürülürken gördüğünü. söylemişti.. Ben o zamanlar eşimle görüşme talep etmeme rağmen, eşimle görüşmeme izin verilmemişti . Şimdi anlıyorum ki, benim görüşmek istediğim o sıralar eşim çoktan dövülerek öldürülmüştü.”. [6] O günden beri ölümü halen esrarını koruyan Ahmet Cavad’ın öldürülmesiyle iş bitmiş miydi..? Elbetteki hayır. Geride kalan aile de parçalanmalıydı. Onun aile fertleride gerektiği cezaya çarptırılmalıydı.. Gözünü kan bürümüş vanpirler, hala kana doymamıştı. Evin çileli hanımı, hayatı saray bahçelerinde geçen Şükriye hanımdan işe başlanmıştı. Şükriye hanım bir vatan haini eşi gibi, aynı suçtan yargılanan bir sürü kadınla tren vagonlarına doldurularak Kazakistana (bir rivayete göre Sibiryaya)  sürgüne gönderiliyordu.Evet bu aile parçalanmalıydı. Arkada bir iz  dahi kalmayacak şekilde. Ve öylede olmuştu. Ama asıl bir mesele daha vardı. Hayat boyu rahatlık nedir bilmeyen, yeri gelince yiyecek bir lokma ekmeye bile ihtiyacı olan Şükriye hanımı, kocasına ihanet ve vefasızlık yapmaya ikna etmek için sanaryolar üretilmeliydi.  
                 Sıra bu ailenin çilekeş annesi Şükriye hanıma gelmişti. Önce  kocasına ihanet etme, vefasızlık yapmaya zorlanacaktı Şükriye hanım. Herşeyden önce o bir ana idi. Ona öyle bir damardan yaklaşıyorlardı ki, belki anne şefkatiyle çocuklarına acır da söylenenlere harfiyen uyar, onlarda istediklerine nail olurlardı.
              İnsanlıktan nasibi olmayan, insanlık tarihine kapkara bir sahife açan bu kem talihli insanlar, zindandaki Şükriya hanıma yaklaşarak şu iğrenç teklifi yaparlar;
             Karşı taraf:
    Şükriye hanım. Çocuklarının hatırına sana bir iyilik yapmak istiyoruz.
    Şükriye hanım;
    Çocuklarıma göre bana iyilik etmek isteseydiniz, gerçekten bunda samimi olsaydınız, çocuklarımın babasını götürmezdiniz.
    Karşı taraf;
    İnat etmeyin. Bir düşünün çocuklarınız için ne yapabilirsiniz.
    Şükriye hanım;
    Yardım etmek kimin elinden gelir ki, benden yapmamı istiyorsunuz.
    Karşı taraf;
    Sözlerimize karşılık vermenin sana hiçbir yardımı olmaz.
    Şükriye hanım;
    Bana kimin yardımı oldu ki,
    Karşı taraf;
    Kısaca söylemek gerekirse. İstermisiniz sizi ve çocuklarınızı kurtaralım.
    Şükriye hanım;
    Bunu hangi taş yürekli ana istemez ki,
    Karşı taraf;
    Çok güzel. Senin beraatin için çok güzel bir çıkış yolu var. Kocan halen hayattadır. Vakit kaybetmeden bize dilekçeyle baş vurarak eşinizden boşandığınızı yazarak, onunla bir bağınız kalmasın. Ondan sonra rahat rahat oturup çocuklarınızı büyütün rahat edin.[7]
              Şükrüya hanımın müsbet bir cevap vereceği ümidiyle rahatlayan karşı taraf, bu işi başarmanın verdiği rahatlıkla yüzlerinde bir gevşeme  meydana gelmişti ki, Şükriye hanımın onları deli divaneye çevirecek vefayla, sadakatla şahlanışına şahit oldular.
    Ben ha.. ben.. Şükriye hanım... Ahmet’imden boşanayım.
    Ben ki, Ahmet Cavad’a olan aşkım yüzünden sarayları bırakıp, Acaristan’ın beyi babam Süleyman beyi bırakıp, sefilliği, aclığı, çileyle bütünleşen bir hayatla Ahmet’i tercih etmiştim. Şimdi onu tam öldüreceğiniz bir zamanda benim ona vefasızlık, sadakatsizlik yaparak, ölümüden önce onu benim öldürmemi mi istiyorsunuz ha.. öylemi.. asla.. asla..
    -Bağlayın elimi kolumu, tutun beni..Celletlar.... Ahmet’imden önce benim canımı alın...  Boşanmaktansa ölmem daha iyidir.[8]
                                 Şükrüye hanım, böyle yaşamaktansa sürgüne gitmeye çoktan razıydı. Bir anda aklına düğün gününde Ahmet Cavad’ın ona yazıp, okuduğu bir şiir geldi.. Hapishanedeki kamarasında bu şiiri kendi kendine okuyarak doyasıya ağlamıştı.   Onlar hayatın her türlü cefasına, talihsizliğine daha baştan beraber karşı koymaya karar vermişlerdi ve gönülleriyle beraber hayatlarını, diğer bir ifade ile bela ve musibetleri beraberce  göğüsleyeceklerdi. Ama hayatın o güzel gündüzleri birden geceye dönüvermişti. Çünkü o, bir vatan haininin  eşi damgasını yemişti artık. Dostları bile ona selam vermez olmuştu. Defalarca baskı yapılmıştı Şükriye hanıma,, Eğer kocasından şikayetçi olur da ondan boşanırsa, bütün bu işkencelerin biteceği sözü verilmişti kendisine. Ama o, ölürdü de, Ahmetini satamazdı. Bu yola beraber çıkmışlardı ve sonunda ölüm dahi varsa, o ipi beraber göğüsleyeceklerdi. Uyguladıkları binbir entrikadan ve işkenceden sonra bir netice alamayanlar, son çare olarak uzak diyarlara  sürgün etme kararına gelmişlerdi.
                                 Bir hayvanın bile dayanamayacağı hayat şartlarına onları zorluyorlardı. Bir gece zülmetli karanlıklar altında onları toplayarak, nereye gidildiği hiç kimseye belirtilmeden bir bilinmeze doğru yol almaya başlamışlardı. Soru sorma hakları yoktu. Hayvan taşımacılığında kullanılan vagonlar bu sefer kocaları vatan haini ilan eden kadınlarla doluydu. Dışarıdan içeri bir gözün algılayacağı kadar bile bir ışık hüzmesi süzülmüyordu. Bu vagonlar adeta kabir hayatını andırıyordu. Kimseler yok muydu bu işe dur diyecek.? Hangi insanlık, hangi insan hakları, hangi vicdan bütün bu olanları kabul edebilirdi..
                                 Bütün bu olanlar karşısında, korkutularak sindirilmeye çalışılan insanlardan biri olan  Şükriye hanım bu işe dur demenin zamanın geldiğini şöyle anlatıyordu;“ .. vicdanların aşınıp yok olduğu bir zamanda, erkeklerin istibdat ejderhasının ağızına sıkıştırıldığı bir zamanda, kirlenmemiş, rezalete bulaşmamış vicdan kalmadı mı? O kirlenmemiş vicdanlar, üstüne çamur çökmemiş insaflar nerde kaldı? Niye bir araya gelip, yeter bu istibdat demiyorlar,? Niye bir temizin, bir dürüstün çirkefe bulaşmasına engel olmuyorlar.? Niye .. niye... demek ki, başından bulandırılan su artık herkese sirayet etmişti.[9]
                                 Evet bütün bunlar düşünülmesi gereken şeylerdi. Bunları düşünecek kafa bile bırakmamışlardı onlara. Şükrüye hanım bütün bunları düşünürken beyni çatlayacak hale gelmişti..     İnsanları işledikleri bir suçtan dolayı, önce muhakeme edip, daha sonra gereken ceza verilmeli değil miydi.?. Dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş hadiseler yaşanıyordu onların hayatında. Mahkemelere yalancı şahitler para karşılığı ifade veriyor, hiç kimsenin tanımadığı bu insanların verdiği ifadeler aynen kayıtlara geçiyordu. Bu insanlardan bazıları daha sonra pişmanlık duyarak “ Ahmet  aleyhinde ifade veren Ahundov, Efendiyev, Hüseyinov, Zeynallı ve Çobanzade, yalancı şahitlik yapmaları için, kendilerine inanılmaz derecede baskı yapıldığını itiraf etmişlerdi”[10]
                                 Şükriye hanımı hayatının sonlarına ziyaret edenler, onun çehresinde geçmişin bütün ızdırap lekelerini görebiliyorlardı. Bazen bir şeyi hatırlamak için uzunca düşünmek zorunda kalıyordu. Hayatının son anlarında onu ziyarete giden  Azerbayacan’ın sevilen yazıcı ve şairi Mehmet ASLAN’ın şu tesbitleri onun durumunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. “... ne zamandan beri hafızası bu kadar berbat haldedir. Yazık ! kadında öyle unutkanlık var ki, adını bile sorsanız oracıkta şaşırıp kalıyor.”[11] 
              Evet, Şükriye hanım saray bahçelerinde yetişmiş bir güldü. Çileli ve ızdıraplı bir hayatı onunla tanıdığı Cavad’ı yazmış olduğu bir şiirde, ona olan sevgisini şöyle dile getiriyordu.
                      Bir gülsün, dermişim gençlik bağından,
                               Bir gülü, çiçeği dermirem sensiz!
                               Kem aldım ömrümün gençlik çağında,
                                Bir bağa, bahçeye , giremem sensiz...  [12]

                                 Evet, Şükriye hanımda  her dakika  hesaba çekilmekten o kadar sıkılmıştı ki, artık kendini idare edemeyecek dereceye gelmiş, aklı dengesini de  bozulmak üzereydi. Artık dünyadan ızdırap ve çile dolu sırlı bir hayatla uçup giden Cavad’ından sonra yaşamak neye yarardı ki. Ama şükriye hanımın daha çilesi dolmamıştı. Yaşayacağı daha çok şeyler vardı hayat yolunda. Bunlar sadece Şükriye hanımın çektikeri. Buna göre Ahmet Cevat’ın çektiği işkence ve sıkıntıları varın sizler düşünün.
              İnsanlık tarihinde, kendisine asla yakışmayan binlerce kara sayfalar vardır. Bu kara sayfaların bazıları var ki, bütün ömrünü milleti ve vatanı için çileyle geçiren insanlara reva görülen insanlık dışı işkencelerdir. İşte tek sucu vatanını seven, vatanı için gençliğini feda eden bir insanın hanımı olmak veya o ailenin bir ferdi olmak...
    Yıl 1938. Henüz Kocasının ayrılık acısı içinde taptaze olan Şükriye hanım ve onun gibi yüzlerce kadınla beraber, bunca işkenceden sonra yaşadığı sürgün hayatından tüyler ürperten bir kesit. Şükriye hanım anlatıyor;“  ...... trenden indirilince  kocaları vatan haini olan kadınlar” geldi diyorlardı... masallarda anlatıldığı gibi, adam yiyen insanlar bizleri karşıladı. Bizler bu boyda, bu gövdede adamları ilk defa görüyorduk. Ellerindeki değnekler çok amansızdı.. bir şey olduğunda kafaya, omuza acımasızca vuruyorlardı.. niye.?. niçin..?.  sorularına cevap yoktu.. Madem çekilecek suçumuz var elbetteki çekeriz.. değilmi ki, vatan ve millet uğrunda.. Ruslar yiyecek dünya nimeti adına pek bir şey vermiyorlardı hatta öyle bir hale gelmiştik ki, gece ve gündüzün farkını bile  varamıyorduk. Günler geçtikçe açlıktan  ayakta duracak takatımız bile kalmamıştı, ölecek duruma gelmiştik. Birlikte olduğumuz Ceyran hanım, sanki kuyunun dibinden sesleniyor gibi,
    - Şükriye uyuyor musun.?
    - Hayır..
    - Ben de Şükriye.. herhalde ölüyorum.
    - Ölme, dizlerini birbirine kenetle.. daha çekilesi meşakkatli günlerimiz var onları çekmeliyiz.
    - Dizlerimi nasıl sıkayım Şükriye, takatım kalmadı ki, kaç gün oldu bilemiyorum, bize dünya nimeti adına hiç bir şey verilmedi ki, ölüyorum...
    - Bende seninle  birlikte... dur bak ben senden beter haldeyim. Aklıma bir şey geldi Ceyran, senin aklına gelen hayırdır inşallah. Sende iğne var mı.? Ne yapacağın iğneyi?
    - Bizi açlığın mengenesinden kurtarırsa ancak bu kurtarır.
    İğneyi parmağına batırarak parmağını teş.. ve parmağını teşerek kendi kanını emmeye başlar.
    - Gözüme ışık geldi.. Allah’ım  sen kerimsin......[13]
              Onlar bu halde bile rahat bırakılmıyorlardı. O haldeyken bile sıkı bir mesai altında çalıştırılıyorlardı.
    “ Kocaları vatan haini ilan edilen kadınları muhtelif  tezgahlara dağıtılmıştı. Şikriye hanım, dikiş bölümüne düşmüştü.  Buna bütün kadınlar sevinmişti. Hayatlarının hiç bir garantısı olmayan kadınlar, böyle bir iş verilmesinden dolayı belki hayatlarının devam edeceğine bıraz daha ümitleri artıyordu.  Bunun içindir ki, bütün mahkumlar kendi gücü ve becerisinden daha fazlasını yapmaya çalışıyordu. Yeter ki, bir parça ekmek versinlar. Yeter ki kadınlara insanlık dışı sert davranışları bıraz daha yumuşatsınlar.”
              Artık kadın halleriyle bazı şeylere takatleri yetmiyordu. Günlerce az-susuz bırakılarak çalıştırılan, her türlü işkencelere maruz bırakılan, erkeklere gücü yetmeyen, yürekleri küçük acılara bile tahammül edemeyen bu analara, hangi insanlık bu kadar zülümü ve işkenceyi reva görebilirdi. İşte komünizm dedikleri sistemin temel taşlarını bunlar oluşturuyordu. Onun her taşına, her tuğlasına masum insanların kan izleri vardır.
             Bununla da kalmıyorlardı. Bu işkence kampında akşamlara kadar çalıştırılan insanlara akşamları bile istirahat reva görülmüyordu.Yemek olarak bir kuru ekmek ancak  veriliyordu.  “ Akşam iş bitiminde kadınlardan bir grup şeçilerek ayırılıyordu. Şükriye hanımda bunların içindeydi. Gündüzleri göz kırpmadan görülen işlerden sonra sabah için bütün yemek hazırlama ve ekmekleri pişirmekte yine onlara düşüyordu. Şükriye hanım daha 8 yıl burda kalacak ve bundan beter ağır işlerle yüzyüze gelecekti. Ondan sonra... acaba ondan sonra rahat bir hayat olacak mıydı.?...[14]
              Evet; Kocaları birer birer ortadan kaldırılmış sıra kendilerıne gelmişti. Onlarda bunun farkındaydılar.  Onlarda kocaları gibi hem kocalarına, hem de milletıne sadakat içindeydiler ve devam etmeye de kararlıydılar. 
               
            GÖY GÖL

    Dumanlı dağların yeşil koynunda
    Bulmuş güzellikte kemali, göy göl.
    Yeşil gerdanlığı güzel boynunda,
    Aks etmiş dağların cemali, göy göl.
    Yayılmış şöhretin şarka, şimale,
    Şairler hayrandır sendeki hale.
    Dumanlı dağlara gelen suale,
    Bir cevap almamış soralı, göy göl
                Bulunmaz dünya’da benzerin bel ki,
    Zevvarın  olmuştur bir büyük ülke,
    Olsaydı gönlümde bir yeşil gölge,
    Düşseydi sinene yaralı, göy göl.
    Senin güzelliğin gelmez ki, saya
    Koynunda yer vardır yıldıza, aya,
    Oldun sen onlara mihriban daye ,
    Felek busatını   kuralı, göy göl.
                 Kesin eyş-nuşi, gelenler susun,
    Dumandan yorganı, döşeği yosun,
    Bir yorgun peri var biraz uyusun,
    Uyusun dağların maralı, göy göl.
    Zümrüt gözlerini görsünler diye,
    Çamlar boy atmıştır, uzanmış göğe,
    Geçmiştir onlara gazabın niye?
    Düşmüşlerdir senden uzağa göy göl.
    Dolanır başında, gökte bulutlar,
    Bezenmiş aşkınla çiçekler, otlar.
    Öper yanağından kurbanlar otlar,
    Ayrılık gönlünü kıralı, göygöl !

    Bir sözün var mıdır esen yellere,
    Siparış vermeğe uzak ellere...
    Yayılmış şöhretin bütün ellere,
    Olursa olsun goy  nereli, göy göl..[15]


             



    [1] Saleddin Ali, Ahmed Cevad,  s.162.
    [2] a.g.s. s.162.
    [3] Yeni yol Gazetesi  6 Kasım 1929 . sayısı 26
    [4] Saleddin Ali –I,  s. 22-23.
    [5] Saleddin Ali –I , s.18-19.
    [6] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman ,  s.12.
    [7] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman.  s.6.
    [8] a.g.e., s..  s.7.

    [9] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman, s.3-4.
    [10] Saleddin Ali , Ahmed Cevad, s. 306.
    [11] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman.  s.20.
    [12] Saleddin Ali,  Ahmed Cevad,  s.301.
    [13] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman. s.18.
    [14] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman.  s.18.

    [15] Saleddin Ali -I,  s.230-231.
  • ...................................
  • AHMED CAVAD VE    M. AKİF ERSOY’ UN BENZERLİKLERİ:

         Onun Akif’le benzer tarafları sayılamayacak kadar çoktur. Hayatını bir sünger gibi sıkma imkanımız olsaydı, süzülen damlalarda Akif’in hayatındaki çile ve ızdırapların hepsine şahit olacaksınız.
          Merhum M.Akif’ten ilave Cavad’ın hayatından süzülenlerde kan var, can var, sevgilelerden ayrı düşmek, işkence ve nihayetinde haksızlıkların en büyüğü olan vatan hainliği vardı!  O da Asım’ın neslini  Kafkazlarda düşleyen bir yiğitti. Kafkaz bahçelerinde de o neslin çiçek açmasını istiyor, hep o nesil için yanıp tutuşuyor, hep onun türkülerini söylüyordu. Hayatını o neslin güllerini bitirmek için toprak, şiirlerini de onlar için bir nağme yapıyordu... O da o gül devrini göremeden Akif’den yaklaşık bir yıl sonra gül bitirmek için toprak oluyordu.
        Onunda duygu ve düşüncelerini, çırpınışlarını, kendi insanı başta olmakla pek anlayan veya anlamak isteyen olmadı. O bir HAK aşığıydı. Akif’in hayatını  bir filim şeriti gibi göz önünden geçirebilenler, Cavad’ın ruhunu, ahlakını, davasını daha iyi anlarlar  kanaatindeyim.
         Ahmed Cevad, bazı yönlerden belkide M.Akif’ten daha şanslı değildi. O, bir taraftan şiirleriyle halkı uyandırmaya çalışırken, diğer taraftan müthiş baskılara göğüs germekle uğraşıyordu. Bunlardan en önemli olanı, yazdığı şiirlerinde milliyetçilik yaptığı iddiasıyla mahkeme mahkeme süründürülüyordu. Bu mahkemelerin hepside göstermelik mahkemelerdi. Bunlardan sadece bir misal vermek yeterli olacağı kanaatindeyim.” ... Soyal Sovyetler Birliği Askeri Yüksek Mahkemesi heyetinin onu ittiham ettikleri  en büyük suçu, devlete karşı çıkmak ve milliyetçilik yapmasıydı.Bunun yanında 1937 yılında Azerbaycanda mevcut olan isyancılar ve terör teşkilatlarıyla bir olup, SSCB’den ayrılarak başka bir devlet kurma suçu da ilave ediliyordu. En son duruşmasına onu müdafaa edecek hiçbir vekil alınmamış, insanlık tarihinde görülmemiş bir hadise olarak bu mahkemesi sadece 15 dakika sürmüştür. Mahkemenin almış olduğu karar esasında 13 Ekim 1937 yılı gecesi Bakü’de bir vatan haini gibi kurşuna dizilerek idam edilmişti.”  [1]
    1922 yılından sonra mahkemeler soruşturmalar onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Yazmış olduğu şiirler hemen tenkit yağmuruna tutuluyor, kendisine ağır ithamlarda bulunuluyordu. Ahmed Cavat’a  bir Akif nazarıyla baktım demiştim. Çünkü onun hayat bahçesinden hep Akif’in kokularını duydum. Akifle görüşüp görüşmediğini bilemiyorum ama, onun duygularıyla dopdolu olduğu aşikardır. Duygu ve düşünce aynı ise,mızrap tellere aynı ritimle dokunduruluyorsa, elbetteki o tellerden çıkan nağmelerde aynı olacaktı..
           Mehmet  Akif insanımızın dertlerini hep kendi içinde duyup, o dertlere hem-dert olmuş bir insandı. Bazen dertleriyle başbaşa kalmış, dertlerini anlayabilecek hiçbir dertli bulamamıştı. Bazen de dertlerini anlayacak bir dertli aramaktan yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Dert çok büyüktü. İnsanımız fikren ve ruhen çökmüş, ye’se ve ümitsizlik bataklığında çırpınıyrdu.  Onları uyandırmak, kulaklarına bir şeyler fısıldamak adeta imkansızdı. Dertleri bir mürekkep misali aktı hayat sayfalarına. Dile geldi kalemi, haykırdı sesini bütün aleme.. ruhsuz , hıssız sinelere.  Sağına baktı, soluna baktı, hiçbir çıkış yolu görememişti. Dertlerin bir kabus gibi üzerine çöktüğü bir anda derdini ve ızdırabını duyuramamanın verdiği sıkıntıyla;
                                                                                                                                     
    Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı ?
                                                                                                                           Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı !
                                                                                                                                     Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
                                                                                                                             “yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderıyorsun !
                                                      …………………………………………………………………
                                                                                                                               Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi ?
                                                                                                                                 Ağzım kurusun … Yok musun ey adl-i İlahi![2]        diye feryat etmeye başlamıştı. Bu sözler belkide  Akif’ın ağzına yakışacak sözler değildi ama, bütün insanlığın derdini bir kambur gibi sırtında daşıyan insanların cinnet anıdır bu sözler. Yaşadıkları çileli bir hayatla, birbirlerinden uzak olmalarının yanında, manen ve ruhen  birbirlerine bu kadar yakın olan bu insanlar, yakınlığı yazmış oldukları mısralarla da ortaya koyuyorlardı.
                                                                                                                                                                                                                                                                             Ahmed Cavad aynı dertler altında inim inim inliyor ve ülke insanının perişan hali karşısında, o da Akifvari kendinden geçiyordu. Duygu ve düşünce, dert ve keder aynı olunca mızrap “Of Bu  Yol”  şiiriyle tellere şöyle dokunuyordu.
      ........................................................        
       Ey Allah’m yanılttın, her bir doğru adımı
       Yoksa, yoksul dünyadan, adaletin kalktı mı?
       Ey dinlinin dinsizin, inandığı son kuvvet
       Kalmadı mı sende de, insanlara merhamet
       Ben ki, bilmek isterdim, kimler ağlar kim güler
       Onun için etmiştir, felek beni derbeder             
       Ben söyledim derdimi, taze yeşil yaprağa
       Daha derdim bitmeden, o serildi toprağa
       Ne yoksuldur tabiat, ömrü ne az çiçeğin         
         Yazık bağban sana ki, boşa çıktı emeğin... [3]
                                                                                                                                         
            Bakıldığında bu iki şiir arasında çok fazla bir fark olmadığı net bir şekilde görülecektir. Yaşadığı dönemin insanlarına sesini gerektiği gibi duyuramamanın ızdırabını da kader yüklemişti sırtına Cavad’ın.. Dünyadan da bir sene aralıklarla göçüp gitmeleri birbirine ne kadar  yakın olduklarını gösteriyordu. Milletinin dert ve ızdırabı, onun yüreğinde ayrı bir burkuntu meydana getiriyordu.  Her taraftan gelen feryatlar, iniltiler onu içinden çıkılmaz bir buhrana sürüklüyerek, dert ve ızdıraplarla kendindinden geçiriyordu. Vatan ve milletinin içinde bulunduğu sıkıntıyı şöyle dile getiriyordu.

    Ziyafet görmedim, yaslıdır eller,
    Çoğalmış mezarlar, derdini söyler,
    Talanmış şaneler, bozulmuş teller
    Olduğunu duydum imdada geldim.

    Yarılmış korkudan pembe dudaklar,
    Aşıklar ah çeker derdinden ağlar.
    Bak neler söylüyor tarlalar, bağlar?
    Kardaş sesi duydum imdada geldim.[4]
     Evet, o vatan ve milletinin başka bir milletin esareti altında yaşamasını istemiyordu. Mazlum insanların ahları artık arşa ulaşmıştı. Geceleri uyuyamıyor, sürekli milleti için bir çıkar yol arıyordu. Onu asıl üzen, kendi vatanında parya olmanın yanında, kendi derdini anlayacak, bunu başkalarına anlatacak insanın az olmasıydı.  Bu durumu iki ayrı şirinde şöyle ifade ediyordu.
    Felaket görmeyen millet olur mu?
    Düşün,biraz düşün, hiç kanın var mı?
    Gözler kör mü? Yoksa gönüller dar mı?
    Ah! Yine ben niye feryata geldim.[5]

    Mehmet Akif, duygu ve düşüncesiz insanların hallerini anlatırken ondan da aynı iniltiler yükseliyordu;
    Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
    Çekmediğin kalmadı,usanmadın.
    Çiğnediler yurdunu baştan başa,
    Sen yine bir kere kımıldanmadın!.[6]

    Sıkıntıların en büyüğünü o milletin bilgili ve aklı başında insanlarından  çekiyordu. Çünkü bir milleti boyunduruk altına almanın en kolay yoluydu bu tür insanların satın alınması. Bu yolla yola getirilemeyen  önder insanlar değişik bahanelerle ortadan kaldırılarak, bedenleri bir mechule gönderiliyordu.  Yani yol ikiydi; Azerbaycan tabiriyle “ Ya yok, Ya he”. Evet veya hayır. Evinden bir akşam üstü alınıp, bir daha geri dönmeyen o kadar alim insanlar varki, bugün sayıları dahi bilinmiyor. O günden  bu güne hiçbir haber alınamamıştır. Daha sonra kendisi de bu yolla ortadan kaldırılan  Cavad, bir şiirinde şöyle dile getiriyordu.

    Karları boyamış mazlumun kanı,
    Ölenler çok, fakat mezarı hani?
    Ayaklar altında şöhreti, şanı,
    Yerde kalan görüp, feryata geldim.
    Verip yad ellere sırma elini,
    Gelinler bırakmış güzel elini.
    Anasız yavrular, söyle ninnini,
    Ninnisiz yavruya imdada geldim.

    Tütmez bacaları, yanmaz çırağlar,
    Kardeşi bacıdan ayırmış dağlar,
    Bacılar nerdedir, bulutlar ağlar,
    Kardeşsiz bacıya, imdada geldim![7]
     Halkın düştüğü kötü durum, şairin kalbini kana bulamıştır. Bu kadar zengin olan bu toprak evlatlarının elinde ve avuçlarında birşeyler bırakılmamıştı.  İnsanı insanlığından küstüren bir sürü olaylar yaşanıyordu.
    Yurdun dört köşesindeki mezalimlerden son derece müteessirdi. Sanki vatan sahipsiz kalmış, asıl sahipleri kanlara bulanmıştı. Bu manzarayı Akif şöyle dile getiriyordu;

    Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan
    Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
    Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,
    Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu![8]

                                                                                                                                                                                                                                                                           Bütün olaylar yaşanırken Azerbaycan Türkü’nün feryatlarına kulak veren olmadı. Hiçkimse bu insanların yardımına koşmaya cesaret edemiyordu. Böyle bir zamanda Türk askeri kanı bir canı bir kardeşinı,in imdadına koşuyordu. Ahmed Cavad böyle bir zamanda yardıma koşan Türk askerine karşı adeta halkın çığlığı oldu ve onlara, şu anda bile Türkiye’de dillerden düşmeyen:

    Çırpınırdı, Kara deniz
    Bakıp Türk’ün bayrağına.
    Ah! Diyorum, hiç ölmezdim,
    Düşebilsem ayağına.

    Ayrı düştüm dost elinden,
    Yıllar var ki çarpar sinem,
    Vefalıdır, gelen, giden,
    Yol ver Türk’ün bayrağına.
    ........................................[9]
                                                                                                                                                                                                                                                                              O, herşeyden evvel insanımızın içinde bulunduğu cahaletten onları kurtarmayı birinci vazife olarak telakki etmişti. Her fırsatta sesini yükseltebildiği kadar yükselterek, ilimsiz cahil bir milletin, milli ve manevi değerlerini koruyamayacağı, zamanla bu duyguların dumura uyrayıp yok olacağı, böyle bir milletin de kendi ayakları üstünde duramayacağını, hayatın cazibesi karşısında dize geleceğini anlatmaya çalışıyordu.
                                                                                                                                                                                                                                                                             Ama bütün bunlardan habersiz olarak yaşayan bir sürü insan vardı. Bu  insanlar halen olup bitenlerin farkında bile değillerdi. Cavad, cehaletin akıttığı zifirle tıkanan kulakları patlatırcasına onlara şöyle haykırıyordu.
                      Ey kardeşler! Bir zamanlar ilimsizlik dumanı
                      Cehaletin kor pençesi kaplamıştı her yanı
                      Kur’an nedir ? anlamadık,
                      Vatan nedir.? Bilmedik,
                      Karşımızda yetimlerin göz yaşını silmedik,
                      Ağlanacak bir hal idi, kendimizde görürdük,
                      Dilimizin, dinimizin gitmesine gülürdük…[10]
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             
                                                                                                                                                                                                                                                                                    ****

    Görürsün, hissedersin varsa vicdanınla imanın:
    Ne müthiş bir kahramanlık çarpıyor göğsünde kur’anın!
    O vicdan nerdedir, lakin? O iman kimde var? Yazık!
    Ne olmuş, bende bilmem, pek karanlık şimdi duygular!
    O imandan çok az olsaydı millette,
    Şu üçyüzelli milyon halkı görmezdim böyle horlanmış halde![11]
          Ahmed Cavad, yoksulluklarla  dolu  bir  hayat  yaşadı.  Bu  yoksulluk  ona, maddi    yoksulluklardan   daha   ağır    geliyordu.    Vatan   evlatlarının    bir   bir   yok edilmesi, vatanında  bir yabancı gibi yaşaması, milletin kendi öz benliğinden uzaklaştırılması  ona     dayanılmaz bir azap veriyordu. 
    Bu  şanlı   millete  ne  oldu  ki, kendi   ayakları   üzerine   bir türlü   doğrulamıyordu.  Millet olarak ne yapmıştık   ki, bizlere bu zülümler   reva   görülmüştü.  Halbu ki,   bu   millet,    insanlığa   zarar   vermek   şöyle dursun,   ayaklarına   ziller   bağlayarak   yollardaki   karıncaları bile ezmiyecek kadar merhamet duygularıyla yüklü   bir milletti.     
           Çaresizlik   içerisinde kabına sığmayan  Cavad, vatanı ve milleti uğrunda can verenlerin arkasından onlara şöyle sesleniyordu..                                 
                                                                                                                                       
                                                                                                                                         Dağlar gülümserken dumanlar aldı !
                    Bükülmez kolların neden boşaldı ?
                    Geldin, yoksul ninen kimlere kaldı ?
                    Ölme, gardaş ölme, düşman çoğaldı !
                    Ölsen de, söz yok ki, kanın çoşacak !
                    Düşman boğmak için dağlar aşacak ![12]

      Burada değerli Doc.Dr.  Lutfiye Esgerzade nin  MEHMET AKİF ERSOY ÜNİVERSİTESİ I. ULUSLARARASI MEHMET AKİF SEMPOZYUMU (19-21 KASIM 2008)   vesilesiyle oradaki bildirisinin kısa bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum: Bildiğimiz gibi Türkiye ile Azerbaycan arasındaki edebi-medeni alakalar  XIX. Asırda da mevcut idi. XIX. asrın sonlarında Mirza Fetali Axundzade yazı meselesi ile alakalı olarak İstanbul’a sefer etmişti. Buradaki aydınlarla iletişim kurmuştu. Büyük mütefekkirden sonra İstanbul’da çıkan gazete ve dergileri Azerbaycan’da alıp okuyor, aydınlanıyor, aydınlar Avrupa muhitine yakın olan İstanbul hayatına ilgi duymaya başlıyorlardı. Bu asrın sonlarında milyoner Hacı Zeynelabidin Tagiyev’in maddi desteğiyle, Ahmet Bey Ağaoğlu’nun editörlüğü ile Bakü’de neşir olunan Kaspi gazetesinde Türkiye hayatına ait hayli materyal veriliyordu. XX. asrın ilk gazetesi olan Şarki-Rus’da Osmanlı, İstanbul mevzuları hususi yer tutardı. Aynı zamanda ileri düşünceli aydınlar evlatlarını İstanbul’a tahsil almaya gönderirlerdi. Bu amiller Azerbaycan ve Türkiye arasında sanki kültürel köprü yaratmışlardı. Bu ziyalılar sayesinde Azerbaycan Azerbaycan’ın fikir ve sanat hayatında Türkiye’nin izleri görünmeye başladı. Bu sahada özellikle Alibey Hüseyinzade, Ahmet Ağaoğlu, Mehmetağa Şahtahtlı gibi Azerbaycan aydınları büyük katkı sağlamışlardı. Öte yandan XX. yüzyıl başlarında Azerbaycan edebiyatında dikkate değer yer tutmaya başlayan romantizm edebi akımı da çoğunlukla Avrupa’dan Türkiye
    yoluyla gelmiştir. Edebiyatımızda milli romantik şiirin temsilcileri olan Hüseyin Cavid, Muhammet Hadi,Ahmet Cavat gibi yazarlar da Rıza Tevfik, Abdulhak Hamit, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Recaizade Ekrem ve özellikle Mehmet Akif Ersoy gibi Osmanlı şair ve yazarlarının etkisi altında bulunmuşlardı.
    Bayrak bir milletin  geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi Türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Bayrak milletin yıldızıdır. Bayrağın kaderi ile milletin kaderi birbirine bağlıdır.Türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna her zaman kanlarını dökmüşlerdir. Bayraktan, bayrak sevgisinden söz açmışken bildirmek isterim ki, Mehmet Akif’in Azerbaycan edebiyatı ile irtibatı tek Hüseyin Cavid ile bitmiyor. Azerbaycan edebiyatının sevilen incilerinden, Ahmet Cavat yaratıcılığında da Mehmet Akif Ersoy’un derin etkisi görülmektedir. Mehmet Akif’in bayrak ve yurt sevgisi ile Ahme Cavat’ın “Çırpınırdı Karadeniz” şiirinde fikirleri uyuşur.
      Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına,
      Ah değerdim, hiç ölmezdim. Düşebilseydim ayağına.
    Bununla birlikte Mehmet Akif’in “Safahat”ında olduğu gibi “İstanbul” şiirinde Ahmet Cavat  yalnız
    Türkiye’nin değil, bütün Türklüğün başkenti olarak gördüğü İstanbul’a ve Türklüğün kırılan umutlarına gözyaşı döker. Cavat’ın bu ağlaması, gözyaşı dökmesi samimiyet dolu bir ağlamadır. Çünkü bütün Dünya Türklerinin umudu Türkiye’dir. Başkentin işgali de bütün Türk dünyasında büyük bir ümitsizlik uyandırmıştır. Şairin eserlerinde Bakü’yü kurtarmak için gelen Türk ordusundan ordumuz diye söz etmesi, İngilizlere Çanakkale’de ders verdik diye övünmesi de bu sebeptendir (İ.M.Yıldırım. Selam Türkün Bayrağına. İzmir. 1992, s. 37).Şair 1918 yılında İngilizlerin Bakü’den kovulmasından söz ederken Akif gibi Çanakkale zaferini hatırlatıyor, düşmanlar için bu zaferin ağı olduğunu dile getiriyor:
    Damağında Çanakkale ağısı
    Senmisen Türk ellerinin yağısı?
    İslam dünyasını ölüm çalğısı
    Ölüm niyyetiyle yakan ingilis!
    Şair Çanakkale savaşını uzaktan uzağa seyr etmesine rağmen, Ermeni çetelerinin 1918 yılının Mart ayında Müslümanların Bahar Bayramı olarak kutladıkları Nevruz bayramı günlerinde Bakü’de hiç bir suçu olmayan otuz binden fazla sivilin, Türk Müslümanın katledilmesini de unutmuyor, “Şehitlere” ve “Harbzadelere” isimli şiirlerinde bu faciaları tasvir ediyor.Tarihte şahittir ki , Ermeni vahşiliklerinden hemen sonra İngilizler Bakü’de yerli Türklere işkence etmiştir. İngilizlerin yaptığı bu zulümleri şair şiirinde bu şekilde dile getiriyor:
    Didilmiş bedenler, yolunmuş saçlar....
    Dağılmış yuvalar görmek istesen
    Kardan kefen geymiş yoksullar, açlar
    O ellerde ne var bilmek istesen
    Sene bir kamança her şeyi söyler
    Men bir kamançayam tellerim inler.
       Her iki şairinde ortak kaderi, istiklal şairi olmaları  ve vatanlarında garip olarak yaşamalarıdır.Çağdaşlarının onları pek anlayamamarı onları ciddi manada üzüntüye boğmuştur.Bunun yanında her iki şairinde cephelerde askerlere yardım etmeleri, cephedekilere morel vermeleri ve vatan sevgisi muhabbetini herşeyin üstünde tutmaları onların gerçek manada vatan ve millet şairi olmalarını bir kere daha ortaya koymuştur.Bütün bunları yaparken devletlerinden hiçbir maddi karşılık beklememişlerdir.                                                    
          M.Akif vatanından ayrı bir ülkede sürgün yaşarken, A.Cavad ise  kendi ülkesinde kurşunlara dizilerek şehid ediliyordu. Ve Akif çok sade denecek bir şekilde cenaze merasimiyle uğurlanırken,Cavad´ın mezarı bile bilinmemektedir.Bu yüce vatan ve millet şairlerinin ortak noktaları yaşatma uğruna kendi yaşamlarında dahi vazgeçmeleri idi.Her iki yüce ruh da dünyanın fani ve geçici olduğunu bütün yaşamlarıyla hem çağdaşlarına hem de gelecek nesillere yaşayarak anlatmışlar.Azerbaycan ve Türkiyenin en çok sevilen ve okunan şair ve yazarlarının kısa hayat hikayesini hep beraber müşahade ettik.Allah, fani hayatlarını, hiçe sayarak bu dünyadan zevk ve sefa sürmeden göçüp giden, hak aşıklarını cennetiyle mükafatlandırsın.   
              
                                                                                      QAFQAZ ÜNİVERSİTESİ
                                                                                             ÖMER CULFA

                                                                                                  2010,BAKÜ







    [1] Ali Salettin, Ahmet Cevat Seçilmiş Eserleri-1, Bakü: Azerbaycan Devlet Neşriyatı-Poliografya Birliği, 1992, s.18-19.
    [2] Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı ve Fazıl Gökçek. M.Akif Ersoy Safahat -1  ZAMAN yayınları  s.405
    [3] Tofik Mahmut ve Rahman Hasanov, Ahmet Cevat  Sen Ağlam Ben Ağlarım, Bakü. Yazıcı Yayınları 1991, s.112
    [4] Ali Salettin , Ahmet Cevat, Bakü:  Gençlik Neşriyatı, 1992, s.60.61.
    [5] Ali Salettin,  Ahmet Cevat, Bakü:  Gençlik Neşriyatı, 1992, s.58.
    [6] Ö.Faruk Huyugüzel,Rıza Bağcı, Fazıl Gökcek, Sahafat-2, İstanbul, Feza Gazetecilik A.Ş s.580.
    [7] Ali Salettin,  Ahmet Cevat, Bakü:  Gençlik Neşriyatı , 1992, s..61.
    [8] Ö.Faruk Huyugüzel,Rıza Bağcı, Fazıl Gökcek, Sahafat-1, İstanbul, Feza Gazetecilik A.Ş s.386
    [9] Ali Salettin,  Ahmet Cevat, Bakü:  Gençlik Neştiyatı, 1992, s.102.
    [10]  Ali Salettin,  Ahmet Cevat, Bakü: Gençlik Yayınları,1992, s. 44.
    [11] Ö.Faruk Huyugüzel,Rıza Bağcı, Fazıl Gökcek, Sahafat-2, İstanbul, Feza Gazetecilik A.Ş s.601

    [12] Ali Salettin Ahmet Cevat Seçilmiş Eserleri-1, Bakü: Azerbaycan Devlet Neşriyatı Poliografya Birliği Yayıncılık, 1992, s.1
  • ..............................
  • Eserleri

    Ahmet Cevat’ın  günümüze kadar gelmiş fazla bir eseri yoktur. Onun elyazmalarıdan günümüze kadar gelenlerin sayısı tahminen 1130 sayfadır. Bunlardan, bazıları basılmış, bazıları ise hala basılmayı beklemektedir. Şairin eserleri Azerbaycan İlimler Akademisinin Elyazmaları İnstutusunda saklanmaktadır. Zaten Bakü’de kurşuna dizilerek, kendi vücüduyla beraber eserleri de ortadan kaldıralarak imha edilmişti. Onun edebi kişiliği 1918 yılında başlamış, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinin yıkılmasıyla da sona ermiştir. İlk bilinen şiiri, 1913 yılında “Şelale” jurnalında yayınlanan “ Müthiş Düşüncelerim” adlı şiiridir. I. Dünya savaşı yıllarında o müthiş zülümleri görünce, hemen yardım cemiyetleri kurmaya başlayarak insanlara yardıma koşar. O yıllarda “İmdat” şirini kaleme alır. Bundan başka şairin “Şehit Esir”, “Mayıs”, “Uyan”. “Of Bu Yol” vb. şiirleri kaleme alır. 
                   Ahmet ’ın 1916 yılında ilk kitabı olan “Koşma”  İstanbul’da yayınlanmıştır. 1919 yılında ise “ Dalga” ,1928 yılında ise, “İstiklal Uğrunda” adlı eseri yayınlanır. Onun ilk hikayesi  Osmanlı askeriyle bir Rus askeri arasında geçen dostluğu konu alan “İki Düşman” adlı hikayesidir. Ahmet eserlerinde temel dayanak olarak Kur’an-ı Kerimi ve halk edebiyatını esas almıştır. Onun yayınlanan ikinci kitabı “Dalga” dır. Azerbaycan’ın Milli marşı da bu kitapta yer alır.
                   Ahmet , Manzum hikayelerde de başarılı olur. Özellikle “Pamuk Destanı”, “Kür”  gibi hikaye ve destanları meşhurdur.  Bunlar arasında istiklaliyet uğrunda verilen mücadeleyi konu alan “ Sesli Kız” destanı en meşhurlarındandır.
                   Onun vücuduyla beraber eserlerinin ortadan kaldırılmasıyla da iş bitmemişti. Gözü dönmüş, insanlıktan nasibini alamayanlar, ailesini de ortadan kaldırmaya and içmişlerdi. Onun vefadından hemen sonra, ailenin direği olan hayat arkadaşı Şükriye hanım’a sıra gelmişti. Evinde ne kadar elyazmaları, resimleri ve değişik eserleri varsa, hepsi toplanarak götürülmüştü. Zaten onun sadece eserleri değil, o günlerde aile fertlerinin bile yok edilme kararı çoktan verilmişti.  Cavad ailesi hayatlarının sonuna kadar  bu zülümleri iliklerine kadar yaşayacaklardı.
                   Onu beğenmeyen, yazdığı şiirlerinden dolayı eleştirmek için fırsat bekleyenlerin yanında, Azerbaycan’ın büyük şairi Hüseyin Cavit yazılarında onu çok beğendiğini ifade ediyordu. “ Umumiyetle şairler hakkında yazılar yazmayan Hüseyin Cavit gibi bir sanatkar, Ahmet ’ın büyük bir şair olduğunu herkesten önce yazılarıyla gazetelerde yazmıştır.[1]” Eserlerinin çoğu günümüze kadar gelememiş ve değişik entrikalarla ortadan kaldırılmıştır. Eserlerini ortadan kaldırılması planlı yapılmış bir senaryo idi. Tek amaç, onun eserlerinin insanların eline geçmesini engellemekti. “ Ahmet Cevat’ın evi 1937 yılında talan edilmişti. Kitapları, el yazmaları, bir çok kıymetli eserleri kendisi ile beraber götrüldü. Ama daha sonraları evine defalarca yetkili insanlar gönderilerek arkada bırakılan elyazma ları da bir bir toplatılmıştı.” [2]      Zaten o günlerde evinde bir aile ferdi bile kalmamıştı. Bütün aile fertleri çoluk çocuk demeden dağıtılmıştı. Başta hanımı olmak şartıyla Kazakistan’a sürgüne, çocukları değişik bakım evlerine gönderilmişti. Evine sahip çıkacak bir ferd bile yoktu. Daha sonraları da kapılarına mühür vurularak, tüten en son ocakları da söndürülmüştü. “ kapısına mühür vuruluşundan istifade eden komşuları, evine pencerelerden girerek yerlere savrulan elyazma eserlerini toplayarak, imha etmişlerdi.. Bunlardan başka kendisine ait fotoğraflar ve ne kadar kıymeti biçilemeyen eserleri varsa, kimselere ulaştırılmadan ortalıktan kaldırılmıştı..”  [3]
                   Ahmet Cevat çok güzel bir karaktere ve müthiş bir basirete sahipti. Bazı eserlerinin günümüze kadar gelip ulaşmasında onun basiretinin çok büyük rolü vardı. Bu eserler akraba ve komşulara saklamak için verilen eserleridi. Daha önceden olayları sezmiş olacak ki, bazı eserlerini ve şahsi eşyalarını yakın olduğu insanlara ulaştırmayı başarmıştı. “ .. kendine mahsuz bir hassaslıkla yazdığı eserlerden bazılarını komşularına, dostlarına, hemşehrilerine ulaştırmayı başarmıştır. Matbu eserleri yanında bizlere ulaşan bu eserlerin numuneleri, onun istidatları, hüneri, karakteri hakkında tek bilgi kaynağıdır.” [4] Onun bazı eserleri  bugün Azerbaycan İlimler Akademisinin elyazmaları instutusunun Nizamı adına Azerbaycan Edebiyat Müzesinde korunmaktadır.
                 Ahmet Cevat’ın eserlerinin yok edilmesi hakkında değişik riyavetler vardır. Onun hakkında Azerbaycan’da ilk ve tek geniş çaplı araştırmalarıyla tanınan Ali Saleddin şu meseleyi neklediyor. “ Ben Ahmet Cevat hakkındaki araştırmama devam ederken.  KGB’nin yüksek rütbeli görevlilerinden  olan GUOZDYEV ve yardımcısı GUSAROV’un imzaları olan bir tutanak elime geçti. Bu tutanaktaki ifadeleri görünce adeta tüylerim diken diken olmuştu.  GUOZDYEV ve GUSAROV’un ifadelerine göre: Ahmet  hakkında mahkeme soruşturması  esnasında  topladığımız ne kadar kitap, dergi, el yazmalar, gazetelerde çıkmış yazı  ve resimler varsa hepsini 4 Temmuz 1937 tarihinde idamından hemen sonra yakarak imha ettik” deniliyordu.[5]
                  
                   Günümüze kadar ulaşan bazı eserleri:          
     1.     Koşma ( şiir kitabı)
    2.      Dalga  ( şiir kitabı)
    3.      Medrese Şiirleri
    4.     Şükriyename (şiir kitabı)
    5.      İstikla Uğrunda
    6.      İki Düşman ( Osmanlı-Rus askerleri arasında geçen dostluğu anlatan)
    7.      Kuk-kulu-gu Çocuk şiirleri ve ninnileri)
                             8.    Kür Destanı Poeması: Kür çayının başladığı yerden başlayarak döküldüğü hazar denizine kadar geçtiği yol hikaye ediliyor. Hatta şair Kür çayına dönerek, onun halk idaresine teslim olmasını ister.
                             9.  Sesli Kız Poeması : Mevzusunu tarihten almıştır. Asıl işlenen konu azadlık uğrunda savaşmaktır.
                              10.  Pamuk Destanı Poeması : Bu destanda şair, pamuğun ilk vatanından, onun yayılmasından ve Azerbaycan’a getirilmesinden genişçe bahseder.
            Tercüme Eserleri:
    1.   Otello ( Şeksbir)
    2.   Romeo ve Julyet ( Seksbir)
    3.   Kaplan Derisi Giymiş Pehlivan ( Ş.Rustavel)
    4.   Babalar ve Oğulları ( Turkenev)
    5.   Padişahın ölmüş kızı ve yeni Pehlivan masalı (Puşkin)
    6.   Kırmızı Horoz Masalı ( Puşkin)
    7.   Tunç Atlı ( Puşkin)
    8.   Saray Ayanına ( Permantov)
    9.   Dvoryan Ziyalılığına (Permantov)
    10. Ancak 18 yaşında ( Georg Veyert)
    11. Sıçanların Müşaveresi ( Jan Lafonten)
    12. Dişi Arslanın Defni ( Jan Lafonten)

    Poema: Menzum  veya adeten lirik şeklinde yazılan ve müzik eşliğinde sahnelenen eserlerdir.
            
    Makalelerinden bazıları:
    1.   Yeni Nesil ve İçtimai Yaralarımız
    2.   Ramazan
    3.   Kars Heyetinin Yaptığı İşler.
    4.   Batum Müslüman Birlik Cemiyeti

                   3.1 Edebi Şahsiyeti


                   1918 yılları Ahmet Cavat’ın edebiyat sahnesine çıktığı ve meşhurlaştığı yıllarıdır. 70 yıl Azerbaycan topraklarında hüküm süren sosyalizmin kurduğu sistem içerisinde yaşayan bir şairin,  kendi duygu ve düşüncelerini rahat bir şekilde ifade etmesi mümkün değildi. Eğer rahat bir şekilde ifade edebilecek biri çıksa da, can-mal, evlad-u iyal, kısacası her şeyi göze alması gerekiyordu. Ya da, bazı şairlerin yaptığı gibi, kendi duygu ve düşüncelerini değil de,  sosyalizmin güzelliğini, mükemmelliğini anlatmak şartıyla ses çıkarılmıyordu. “ Ahmet  sovyet devrinde yazdığı bütün yazılarına göre tazyiklere, mezelletlere, takiplere ve dayanılmaz  işkencelere maruz bırakılmıştı. Her şiiri  yayınlandığında  en az on-onbeş defa değişik yerler ve şahsiyetler tarafından acımasızca tenkite tabi tutulurdu. Bundan dolayı kendisi birkaç defa da  hapsolunmuştu[6].
                   O, ancak vicdanının ve milletinin sesine kulak veriyor, şiirlerinde de sadece bu konuları işliyordu.  Başkaları gibi dikte ile, sürgün korkusu ile, zindan korkusuyla kabuk değiştiren dalgavuklarla hiçmi hiç arası yoktu. Bunu da kendine ve şairliğine bir zül saydığı için, resmi gayrı resmi bütün toplantı ve konferanslarda sürekli eleştirliyordu. Hatta onun aleyhinde en güzel şiir yazan ve en kötü ve acımasız makaleler yazıp dökenler  adeta mükafatlandırılıyordu. Onun yazdığı yazıların başkalarının eline geçmemesi için, eserleri toplatılmış ve onunlada kalmayıp,  “ Gazeteciler Cemiyetinden”  bir halk düşmanı olarak ihraç ediliyordu.
                   Ahmet Cevat, bedii  eser vermeye 20. asır  önceleri başlamıştı. İlk şiir kitabı 1916 yılında yayınlanan “koşma” dır. Daha sonra 1919 yılında “ Dalga” kitabı yayınlanmıştır. Bu eserler dünya’nın en karışık olduğu 1916 yılında neşr edilmişti.  O, gönlünden geçenleri  çekinmeden dünyaya haykırmaya devam ederken, Rus işgalıyle ayrı bir devrin başlayacağından belki de hiç haberi olmamıştı.
                   Sovyet hakimiyeti devrinde de çizgisinden hiç taviz vermedi. Bir çok önemli eseri Azerbaycan diline tercüme etti.  Bunlardan bazıları; “ Şekspir’in Otello, Romeo ve Julyet, Ş.Rustavellinin Kaplan derisi giymiş Pehlivan, Türkenev’in Babalar ve Oğulları vs.”  tercüme ederek Azerbaycan edebiyatına kazandırmıştı.  “ Lakin Ahmet  Cevat, kudretli bir lirik ustası olarak en parlak devrini Bağımsız Azerbaycan Devletinin kurulmasıyla yaşamıştır. 0 asrın ilk 10 yılında Azerbaycan medeniyetinin en zengin sayfalarından birini yaşanıyordu. Bu devirde çok kuvvetli edebiyatçılar olmasına rağmen Ahmet Cevat haklı olarak, Azerbaycan tarihinde ilk istiklal şairi olarak milletinin sinesinde kendine has bir yere oturmuştu.” [7]
                   Evet, O, yaptığı işlerden hiç bir zaman mükafat beklemeyecek kadar kadirşinas bir şahsiyetti.  Ahmet ’ın bir muhakemesinde ona düşman olan ve ondan hoşlanmayanlar her türlü yola başvuruyorlardı.  “... yine bu Cevat meselesi gündeme geliyor...... O dur ki aziz arkadaşlar, ben Cevat meselesine son noktayı koyuyorum. O her zaman bizi aldattığına ve bu zamana kadar kendini bize ıspatlayamadığına  göre  Gazeteciler Birliğinden atılsın”[8]
                   Evet,  Ahmet Cavad bu zamana kadar onlar gibi başkalarına yaslanmamış ve onlara dalkavukluk yapmamış, kalbinin ve milletinin dili olmuş haykırmıştı. O bu yolun sonunda ölüm bile olsa dönmeyi asla düşünmüyordu. Öyle bir zihniyet ki, bir zamanlar kendisini altın kalem ödülüne layık görmüş, daha sonra onu yazdıklarına göre vatan haini ilan etmişti.  Bundan dolayıdır ki, Ahmet Cevat’ın muhakimelerinde mevzu edebiyatın, sanatın ve medeniyetin inkişafı değildi. Asıl mesele komünist partisinden, ideolojiden, Rus siyasetintendi.
                   Bu devirlerde edebiyat alanında büyük bir Rus hakimiyetinin ağırlığı her yönüyle kendini belli ediyordu. Yazılan şiirler, makaleler, tiyatrolar vb. Her şeyden üfül üfül sosyalizm esintileri geliyordu. Hele milli ve manevi duyguların ifade edilmesi asla mümkün değildi. Eserlerinde bu mevzuları işleyen Azerbaycan sanatkarları  halk düşmanı, milliyetçi, panturkist panislamizim  diye damgalanıyor ve sonunda kurşuna dizilişe kadar  uzanan bir koridora girmeye gitmeye mecbur bırakılıyordu.
                   Bunlar içerisinde sürgüne gönderilen ve oralarda hayatını kaybeden, Hüseyin Cavid ve Ahmet Cavad’ın ayrı yeri vardır. Ahmetd Cavad, Rusların bütün bu baskılarına rağmen, milli ruh ve milli düşünceyi başka  sembollerle ifade ederek adeta ölüme meydan okuyordu.
                   Ahmet Cevat, hayatının sonuna kadar  ömrünün büyük bir bölümünü geçireceği  hapishane hayatıyla ilk defa 1923 yılında tanışmıştı. O, Ruslar tarafından bir Türkiye hayranı olduğu ta baştan biliniyordu.  Mirza Bala Memmedzade’nin Sahte pasaport düzenleyip, Türkiye’ye  kaçmasıyla alakalı o sorumlu tutuluyordu. Zaten böyle şeylere ancak o cesaret edebilirdi bu herkes tarafından da biliniyordu. Ama gerçektende  bu olayla onun hiçbir alakası olmamıştı. Bu ilk olaydan yakın arkadaşları sayesinde kurtulan Cevat, gerçek manada ilk hapıshane hayatıyla “ Göy Göl ” şiiri sayesinde tanışmış oldu.
                       1920-1925 yılları arasında dör-beş şiiri ancak yayınlanabilmişti. 1925 yılında ölmez eser olarak nitelendirilen    “ Göy Göl ” şiiri yayınlanmıştı. Yıllardır onu birşeylerle itham etmeye çalışanlara gün doğmuştu. Bu fırsat çok iyi değerlendirilmeliydi. Çünkü bu şiirde Türkçülük şimgesi olan ay ve yıldızdan bahsediliyordu. Gence medresesine girdiği gün, nasıl hayatının dönüm tarihi olarak nitelendiriliyorsa, ilk defa kurşuna dizilecekler listesine adının yazılmasına sebep yıldız  ve ay  ilk defa bu şiirde yer alıyordu. 

                             Senin güzelliğin gelmez ki, saya
          Koynunda yer vardır yıldıza aya,
              
    Aslında  bu şiiri, elden gitmek üzere olan Azerbaycan’a yakılmış bir ağıt olarak ele alır.  Dost bivefa, düşman kuvvetli olunca elden de başka birşey gelmiyordu. Onların en büyük silahi gönüllerindeki ızdırap kıvılcımlarının kan yerine mürekeple yazıldığı kalemleriydi.“ ..... yürekten gelen bir şiir için hadsız işkencelere dayanmayı göze alan şair, Göy Göl’e hasrettiği bağımsız Azerbaycan’ın devrilmesine bir ağıt olarak yazmıştı. Aynı zamanda bu şiir Azerbaycan için yas tutma manasına da geliyordu...”[9]
                 Evet, Ahmet Cevat bütün ailesini, varını yoğunu hatta canını bile kaybettiyse de, Azerbaycan Devletinin ileride istiklaliyetine kavuşacağı ümidini hiç kaybetmemişti. 
              1918 yıları Ahmet  için tanınma dönemi sayılır. O yeni bir ses, yeni bir soluk getirmişti edebiyata ve şiire. O devirde her şeyi ile kendini unutan, milli ve manevi duygulardan uzaklaşan insanları, bu derin gaflet uykusundan uyandırmak, onlara dost ve düşmanın kim olduğunu, vatan ve millet üzerine ne oyunlar planlandığını anlatmak gerekiyordu. Sağına soluna bakmadan, kimse yok mu demeden bu yola baş koymak gerekiyordu.
                   Bu uğurda sadece şair olmak, kalemi kuvvetli olmak yetmiyordu. 1920 yıllardan Azerbaycan edebiyatında başlayan dikdatörlük devri gemi azıya almış, kimselere göz açtırmıyordu. Her şeyden önce bu işe girecek bir şair, canını, malını ve hatta hayatını ortaya koyması gerekiyordu. Ahmet Cevat’da zaten bunu yapmıştı.

                    Bir gül ektim açılmamiş derdiler,
                   ZAhmetimden bana bir diken kaldı.
                   Emek çektim, gün geçirdim, gül ektim,
                   Emeğimden solgun bir fidan kaldı..[10]

    “ Sovyet devrinde milli azadlık mevzularını eserlerinde işlemek  kesinlikle yasaklanmıştı. Buna rağmen Ahmet Cavat, bir an olsun eserlerinde bu mevzuları işlemekten geri durmadı. O eserlerinde milli istiklal, azadlık ve vatan kelimelerinin yerine başka semboller kullanmıştır. Mesela: Milli azadlık ve vatan kelimelerinin  yerini  sevgili ve kadın sembolleriyle ifade etmiştir.”
                       Hani senin her aşığa her gence,
                       Aşk okuyan kalbin sönmüştür bence,
                       Bulmuyorsa kalbin artık eğlence,
                       Sen ağlama ben ağlayım, güzelim...[11]

                   Evet, Ahmet Cavad bütün evlatlarının hasreti yanında bağrını yakan başka bir ateş daha vardı. Bu ateş esarete boyun eğdirilmiş, asıl sevdası olan Azerbaycan sevdasının  gönüllerden silinmesi ve unutturulmasıydı.  Bütün fikrini meşgul eden, geceleri uygusunu kaçıran, evlatlarının hasret acısını bastıran bu sevgiyi “Unutulmuş Sevda” diye dile getirmişti.
                        Beni çok genç iken ağlattı zaman,
                       Çekerek perde o hoş manzaraya.
                      
                        Benim ilk aşkımı ilk elde hemen,
                       Gömdüler bilmedim, ama nereye?  [12]   

                   Şiirlerinde değişik semboller kullanmasına rağmen,  Sovyet hükümetinin bu sembolleri çözmesi çok uzun sürmemişti.  Artık bu sevdayı tamamen unutturmak ve ortadan kaldırmak için, sadece şairi değil, onun kılcal damarlar gibi bağlı olduğu bütün ailesini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Buna Sovyet hükümeti adeta and içmişti. Evet bu sevda bir kadına ilanı aşk değildi, bu sevda bir güzele aşık olmak değildi, bu aşk dünyalıklar içerisinde zevku sefa sürmek değildi, bu aşk hayatını hayat etmek, saraylarda yaşamak değildi,  Bu aşk Azerbaycan, bu aşk vatan-millet aşkıydı.
                         Dargınım ben böyle bahta,
    Yüreğim kan lahta lahta.
    Bak ki, kimler çıktı tahta,
    Küstü kimin bahtı, bağlar?[13]

                   “Göygöl” şiiri onun hayatında çile ve ızdırabın başlangıcı olmuştu. Şiirinde milliyetçilik yapıyor diye ikinci defa hapishaneler yolu kendisine açılmış oldu. Zaten bu koridordan kurşuna dizileceği güne kadar çıkamamıştı. Bu koridorun sonu yeni bir hayatın başlangıcıydı. Bu koridorun sonu, doğduğunda isminin koyulduğu dedesi Cevat Han’ın yoluna çıkıyordu.
                      Kurtulmak istedi bu güzel yurdun,
        Çardan ayrılarak bir devlet kurdun.
        Yeni kızıl  Çar’a  sen karşı durdun,
        Kuvvetin yetmedi savaşa, göygöl.

                   Evet, gerçekten de Ahmet Cavatların, Hüseyin Cavid’lerin, Mikail Müşfiklerin ve daha nice nice adsız kahraman kadın ve erkeklerin  gücü Kızıl Çar’a yetmemişti. Ama bu insanlar hep ümitle yaşadı ve gelecek yeni nesillere de hep ümit ve vatan aşkı aşılayıp gittiler. 1920 yıllarda  edebiyatın dikdaturluk etkisi altına girmesine rağmen  Ahmet Cavad, her yönüyle çembere alınmış adeta ağız açamaz hale gelmişti. Çünkü o, bir milliyetçi ve vatanperverdi. Zaten şairin  şiirleriyle başının derde girmesi de bu devre rastlar. Bunu şu mısralarıyla ifade eder:
                      
                               “ Yaralıdır, gönül kuşum yaralı,
                                 Yaralandı yazık şair olalı”


    [1] Saleddin Ali-I,  s.21
    [2] Saleddin Ali, Ahmet Cevat,  s.5.
    [3] a.g.e.
    [4] Saleddin Ali, Ahmet Cevat,  s.5
    [5] Saleddin Ali-I,  s.30
    [6] Saleddin Ali-1,  s. 22.
    [7] Aliyeva Aybeniz,   s.5 .
    [8] Saleddin Ali-I, s. 28.
    [9] Aliyeva Aybeniz   s.7.
    [10] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman,   s.90.
    [11] Aliyeva Aybeniz,   s.6.
    [12] Mahmut Tofik ve Hasanov Rahman,  s.58.
    [13] Aliyeva Aybeniz, s.29.
  • /////////////////////////////////////////////////////////
  • http://www.kimkimdir.net.tr/marslar/azerbaycan-ulusal-marsi
  • https://youtu.be/PWycUXCxZu8
  • Azerbaycan Ulusal Marşı

    Azerbaycan Ulusal Marşı (Azerice: Azərbaycan Respublikası Dövlət Himni), Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ulusal marşıdır. 30 Ocak 1920 tarihinde açılan yarışmada ulusal marş olarak seçilmiştir. Ülkenin 28 Nisan 1920’de Sovyet yönetimine girmesi üzerine kullanılamamıştı. 27 Mayıs 1992’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine 1918’deki kısa bağımsızlık döneminde yaratılan marş ülkenin ulusal marşı oldu. Sözleri Ahmet Cevat, bestesi Üzeyir Hacıbeyov‘a aittir.
    Azeri Türkçesi
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    Ey qəhrəman övladın şanlı Vətəni!
    Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!
    Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!
    Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
    Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!
    Minlərlə can qurban oldu,
    Sinən hərbə meydan oldu!
    Hüququndan keçən əsgər!
    Hərə bir qəhrəman oldu!
    Sən olasan gülüstan,
    Sənə hər an can qurban!
    Sənə min bir məhəbbət
    Sinəmdə tutmuş məkan!
    Namusunu hifz etməyə,
    Bayrağını yüksəltməyə,
    Namusunu hifz etməyə,
    Cümlə gənclər müştaqdır!
    Şanlı Vətən! Şanlı Vətən!
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    Azərbaycan! Azərbaycan!
    ——————————-
    Türkiye Türkçesi
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Ey kahraman evladın şanlı vatanı!
    Senin için can vermeye hepimiz hazırız!
    Senin için hepimiz kan dökebiliriz!
    Üç renkli bayrağınla mesut yaşa!
    Üç renkli bayrağınla mesut yaşa!
    Binlerce can kurban oldu,
    Sinen bir savaş meydanı oldu!
    Kendilerinden geçen askerlerin,
    Her biri kahraman oldu!
    Sen olasın gül bahçesi,
    Sana her an can kurban!
    Sana binbir muhabbet,
    Sinemde tutmuş mekân!
    Namusunu korumaya,
    Bayrağını yükseltmeye,
    Namusunu korumaya,
    Bütün gençler hazırdır!
    Şanlı vatan! Şanlı vatan!
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Azerbaycan! Azerbaycan!
    Söz Yazarı:

    Ahmet Cevat




  • azerbaycan-marsi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder