MİLLETİMİZİN BAŞI SAĞ OLSUN...!
İMAN, Düşünce, Aksiyon ve Siyaset, "Ebedi Dava" ADAMı ,
Edep timsali... Başlı başına bir Kütühane...
gazetede; Köşe komşum..
Angara'da "Ensar"ımız ; MUSTAFA NEVRUZ SINACI;
UÇMAĞA Vardı
İMAN, Düşünce, Aksiyon ve Siyaset, "Ebedi Dava" ADAMı ,
Edep timsali... Başlı başına bir Kütühane...
gazetede; Köşe komşum..
Angara'da "Ensar"ımız ; MUSTAFA NEVRUZ SINACI;
UÇMAĞA Vardı
Başta
"ÖNEMLİ KİŞİLER önemli işlerde kullanmak ,kullanılmak" gibi bir çok makalemde yer bulan değerli dost, çıktığın yolculuk da Rabbim yardımcın.
Resulü Ekrem, mihmandarın olsun..
28 Mart 2019 Perşembe
http://blog.milliyet.com.tr/onemli-kisiler-ve-onemli-is…/…/…
"ÖNEMLİ KİŞİLER önemli işlerde kullanmak ,kullanılmak" gibi bir çok makalemde yer bulan değerli dost, çıktığın yolculuk da Rabbim yardımcın.
Resulü Ekrem, mihmandarın olsun..
28 Mart 2019 Perşembe
http://blog.milliyet.com.tr/onemli-kisiler-ve-onemli-is…/…/…
"HER İNSAN BİR DEVLETTİR .. DEVLET; İNSAN İÇİN VARDIR�
Mustafa Nevruz SINACI
Mustafa Nevruz SINACI
///////////////////////////////////
http://necaticavdar.blogcu.com/mustafa-nevruz-sinaci-beye/6580384
Mustafa Nevruz Sınacı beye
CEVAPTIR.... RE:
Kimden:
|
Mustafa Nevruz SINACI (gercek.demokrat@hotmail.com)
|
Gönderme tarihi:
|
23 Aralık 2009 Çarşamba 15:42:01
|
Kime:
|
ncavdar@hotmail.com
|
Sevgili ve değerli Dostum;
Bir hakikatin en net biçimde tespit edinceye kadar bu maili bekletmek zorunda kaldım. Özür dilerim.
HAKİKAT ŞU: Mustrafa Kemal Atatürk'ün yaşadığı dönemde Müslümanlık çok nadirdendir.
İslam adına hakim unsur ne yazık ki ifrat, tefrit, fesat, taklit ve tefrikadır.
Mesela, o günden bu yana "hakiki, halis ve salih" Müslümanların bütüne oranı "1000'DE BİR" iken şimdi elhamdülillah "100'DE BİR" e yükselmiş!... Bakiyesi mukallid, .......................................vs.,................
NOT: Mustafa Kemal, maneviyttan görevli bir (tembihçi) ikaz edici idi.
Selamlar kardeşim.
MNS
Bir hakikatin en net biçimde tespit edinceye kadar bu maili bekletmek zorunda kaldım. Özür dilerim.
HAKİKAT ŞU: Mustrafa Kemal Atatürk'ün yaşadığı dönemde Müslümanlık çok nadirdendir.
İslam adına hakim unsur ne yazık ki ifrat, tefrit, fesat, taklit ve tefrikadır.
Mesela, o günden bu yana "hakiki, halis ve salih" Müslümanların bütüne oranı "1000'DE BİR" iken şimdi elhamdülillah "100'DE BİR" e yükselmiş!... Bakiyesi mukallid, .......................................vs.,................
NOT: Mustafa Kemal, maneviyttan görevli bir (tembihçi) ikaz edici idi.
Selamlar kardeşim.
MNS
.....................................
....................................
Necati Çavdar Kime: mustafa.isik19., nurayerken, mterdem1968, mert_nizami_is., gercek.demokrat
ayrıntıları görüntüle 18:57 (23 saat önce)
ayrıntıları görüntüle 18:57 (23 saat önce)
Saygıdeğer düşünce ademı ,
Mustafa Sınacı bey,
Anadolu'da ve Trakya'da ... Kafkasya ve dahi bütün Irak'da özellikle Musul eyaletimizde milli refleksle kendiliğinden (spontone) başlamış olan düşmana - ki İngilizlerin başını çektiği koalisyona, işgalçi güçlere - karşı baş kaldırma ve milli teşkilatlanmanın başına geçmek isteyen Muatafa Kemal;
İki güçlü tarikat merkezini yanına almak istemiş ve
İki önder tarikat şeyhini Ankara'ya taşımıştır.
Yani başlayan milli mücadelenin mamevi meşruiyetinin iki ayağı oalarak Mevlevi ve Bektaşi tarikat merkezlerinin desteğini almış ve o merkezlere ait iki çelebiyi Ankara'ya mebus olarak getirmiştir.
Öyleki sonradan kapatıp malalrına el koyacak olan Mustafa Kemal, iki gecede bizat hacıbektaş'a giderek Salih Niyazi Baba'nın misafiri olmuş, taraikat merkezinde kalmış, Şeyhin yatatağında yatmıştır.
Ankara'ya taşıdığı önder tarikat ilderlerinden birisi, bahsettiğiniz Mevlevi Celebisi Abdülhalim Efendi'dir.
Gerek Mevlevi Çelebisini gerekse Hacıbektaş dergahı Bektaş Çelebisini kendi yanında Meclis başkanı seçmiştir.
O zamanki kuralda, meclise Birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü başkan diye 4 başkan seçiliyordu.
Muatafa Kemal, birinci Başkan ,
Milli meclisin 2. başkanı ise İstanbulda ingilizin dağıttığı Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı , Erzurum Mebusu, ilk Milli Meclis Hükümetinde Adalet Bakanı olaan Celalettin Arif bey idi.(Mustafa Kemal, sonradan hemde Milli Mecil hükümetlerinin üç hükümet döneminde Adalet Bakanı olarak görev yapan Celalettin Arif beyi , bakanlık unvanı üzerinde kaldığı halde yanından uzaklaştırarak Paris'e elçi olarak gönderdi.Yani Celalettin Arif bey, Ankara'da Adalet Bakanı, Paris'de ise Büyükelçi sıfatlarını taşıyordu.)
Mevlana Celaleddin Rumi’nin 19. göbekten akrabası olan Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Çelebi, 3. başkan .. ( Abdülhalim Çelebi meclis çalışmalarına uzun Mevlevi külahı ve özel Mevlevi kostümü ile katılırdı. )
Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Bektaşi Çelebisi, Cemaleddin Çelebi
ise 4. başkan olmuşlardı.
Hacı bayram ziyerei ve Kur'an okunarak açılan Milli meclisde tam 9 şeyh 85 din adamı milletvekili sıfatını taşıyor idi.Şeyhlerden ikisi Nakşibendi, biri Bayrami, ikisi Halveti, ikisi Mevlevi, üçü ise Bektaşi şeyhi idi.
Bu tarikat şeyhleri ve diğer tarikat mensupları ile manevi meşruiyet sağlanmış,
Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanının Ankara'ya gelerek yeni meclise mebus ve Başkan (şimdiki anlayışa göre başkanvekili) seçilmesi ile siyasi meşruiyet,
Son Osmanlı hükümeti Savunma Bakanı ve Erkanı Harp Başkanı Mustafa Fevzi Paşa'nında Ankara, merkezli milli teşkilatlanmaya katılmasıyla askeri meşruiyet sağlanmış oluyordu.
Sonra mı?
Batı ve batıla karşı mücadele kazanıldı.
Ama batı ve batılın istediği hareketler başlayınca;
Bu tarikat şeyleri uzaklaştırıldı.
Bir zamanlar gidip hallevet oldukları merkezlerein kapılarına kilit vuruldu. Hacıbektaş’taki dergah kapatıldı, Kitapları Ankara’daki Milli Kütüphane’ye gönderildi. Dergah, güzel bir bitki örtüsüne sahip olan bahçesinden dolayı Numune Ziraat Mektebi yapıldı, sonra araba parkı olarak kullanıldı. 1960 dan sonra müze haline getirildi.
Milli Mücadelenin manevi önderlerinden ve Mustafa Kemal'in gidip yatağında misafir kaldığı Salih Niyazi Baba (Bektaşi Şeyhi ) yurt dışına gitmek ve Arnavutlukta perişanlıkla hayatını tamamlamak zorunda kaldı.
Zaten bildiğiniz konuyu, yeri gelmişken tazelemek istedim.
NOT: " Hünkar Hacı Bektaş Veli Diyarında " başlıklı yazımıza
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=5101 adresinden bakılabilir.
17 Aralık 2009 - Ankara
Necati Çavdar
From: mustafa.isik1956@hotmail.com
To: nurayerken@hotmail.com; mterdem1968@hotmail.com; mert_nizami_isik@hotmail.com; ncavdar@hotmail.com
Subject:
Date: Thu, 17 Dec 2009 13:04:06 +0200
İNSANİ BOYUT VE ATATÜRK
Mustafa Nevruz SINACI
O, Peygamberler hariç; dünyanın bu güne kadar gördüğü, milletine en içten duygularla bağlı, samimi-sadık, sevgili ve değerli, namuslu-dürüst, demokrat, onurlu ve sorumlu, keza en mütevazı, masrafsız ve kalender devlet adamı idi.
Şüphesiz, O’nu dünya çapında liderlik ve “emperyalizm karşıtı” insani boyut da önderlik derecesine yükselten buydu.
“Hayatta en hakiki mürşit ilim’dir, fen’dir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi fani hayatını da; Fazilet anlamında Cumhuriyet; Özgür bilim, insan hakları, adalet ve hukuk bağlamında Demokrasi ve “insan’a hizmet, insan için devlet” idealine adamış olduğunu görürüz.
Bu, O’ndan sonra eşi, emsali, benzeri görülmeyen bir yüksekliktir.
Örneğin, Cumhurbaşkanlığı süresince Atatürk, yolluk ve harcırah almazdı,
Her bakımdan devlete yük olmaktan çekinir ve korkardı.
Dünya da “bütün malını milletine bırakan” tek lider O’dur.
O’NUN EVRENİNDEN BİR ÖRNEK
Tam “insan hakları, adalet ve hukuk” konusunu işlediğim bir gün (10 Aralık) ve sırada, çok sevgili ve değerli dostum Süreyya Gökçeoğlu tarafından bana gönderilen ve Atatürk'ün Yaveri Muzaffer Kılıç tarafından anlatılıp, nakledilen olayı aktarıyorum:
“Atatürk’ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor;
Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk.
O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkânının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu.
Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara da böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Beraberce dükkana yürüdük.
Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler.
Kitapçı; "Paşam, bu halı bir müşterimin… Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.
Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.
Kitapçı ezile büzüle;- "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim" dedi.
Bu sefer Atatürk daha çok merak edip;- "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz" dediler.
Kitapçı; "Paşam 40 lira istemişlerdi " deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak;
- "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam " dedi.
Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.
Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.
Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;
- "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;
- "Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz." dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı.Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
Abdülhalim Efendi; - "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." dedi.
Atatürk de; - "Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak;- "Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı…" derken Atatürk sözünü keserek mütebessim;
- "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar.
Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı.
Bu ibret verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.
Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922).
Ayrıca; Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir tarikat ehlinin, dini siyasete alet ederek para, mevki ve güce ulaşan, yurt içinde ve dışında saf ve eğitimsiz vatandaşları sömürerek trilyonluk mal varlıklarının sahibi olup sefa süren, günümüz din ve tarikat bezirganlarından farklılığını da ortaya koyuyor.
Tabii, anlayana ve anlamaktan yana nasibi olanlara !”
"Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir."
(Ankara, 1937, Mustafa Kemal Atatürk)
***
Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara da böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Beraberce dükkana yürüdük.
Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler.
Kitapçı; "Paşam, bu halı bir müşterimin… Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok" dedi.
Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler.
Kitapçı ezile büzüle;- "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim" dedi.
Bu sefer Atatürk daha çok merak edip;- "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz" dediler.
Kitapçı; "Paşam 40 lira istemişlerdi " deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak;
- "Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam " dedi.
Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.
Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkâna 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.
Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;
- "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;
- "Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz." dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık.
Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı.Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
Abdülhalim Efendi; - "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." dedi.
Atatürk de; - "Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz." diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.
Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak;- "Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı…" derken Atatürk sözünü keserek mütebessim;
- "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar.
Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı.
Bu ibret verici anı; O büyük asker, devlet adamı ve devrimci liderin, en az bu nitelikleri kadar büyük olan insanlığını anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.
Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922).
Ayrıca; Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir tarikat ehlinin, dini siyasete alet ederek para, mevki ve güce ulaşan, yurt içinde ve dışında saf ve eğitimsiz vatandaşları sömürerek trilyonluk mal varlıklarının sahibi olup sefa süren, günümüz din ve tarikat bezirganlarından farklılığını da ortaya koyuyor.
Tabii, anlayana ve anlamaktan yana nasibi olanlara !”
"Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir."
(Ankara, 1937, Mustafa Kemal Atatürk)
***
////////////////////////////////////////////////////
NECATİ ÇAVDAR; DATÇA - REŞADİYE- YARIMADASI'NDA ve KNİDOS'TAN KARYA'YA
(ve Mustafa Nevruz Sınacı bir hatıra )
.....................
Madem binlerce yıl önce yapılan bir eylem biraz değişse de bu güne yansıyor ve tekrarlanıyor.. Soğuksu’da ara vermiş ve buz gibi ayranımızı yudumlarken bende size Anadolu’nun bir başka köşesinde yaşanan olayı anlatmadan geçemeyeceğim..
Geçenlerde internette ki “Netbul “ ve “Bizkitapseveriz Gurubu” üyelerinden Şirin Bozer hanımefendi kalkıp İzmir den Ankara’ya gelmiş.
Ankara’da hem siyasal Bililer Fakültesinde öğretim görevlisi oğlunu ziyaret edecek hem de Biz kitapseverler’in Ankara toplantısına iştirak edecek.
Artık Balıkaşıran ve Kayışkıran boğazını rahatlıkla aşan insanlık internet aracılığı ile tanışıklığı da kolay kılıyor.
Şirin hanım bizi internetten tanıyormuş. Mesaj geçerek Ankara’ya geldiğini bildirdi.
Bu görüşme teklifine evden bir kitap alarak gittik. Onun sayesinde görmediğimiz dostlara da uğramış olduk. Önce (Alamancı İskender’in işlettiği ) Mumkafe’de içtiğimiz kahve bahanesiyle bizim İskender’i görmüş olduk.
Sonra ver elini Fırat kitapevi.. Kitaplar kitaplar.
Ve her zaman yoğun olan, kültür adamları ile dükkân dolup taşan Kervan yayıncılıkta, hemşerim bizim Musa ‘ya merdiven üstünden de olsa selam verip doğru soluğu düşünür Mustafa Nevruz Sınacı ‘da aldık.
Geçenlerde internette ki “Netbul “ ve “Bizkitapseveriz Gurubu” üyelerinden Şirin Bozer hanımefendi kalkıp İzmir den Ankara’ya gelmiş.
Ankara’da hem siyasal Bililer Fakültesinde öğretim görevlisi oğlunu ziyaret edecek hem de Biz kitapseverler’in Ankara toplantısına iştirak edecek.
Artık Balıkaşıran ve Kayışkıran boğazını rahatlıkla aşan insanlık internet aracılığı ile tanışıklığı da kolay kılıyor.
Şirin hanım bizi internetten tanıyormuş. Mesaj geçerek Ankara’ya geldiğini bildirdi.
Bu görüşme teklifine evden bir kitap alarak gittik. Onun sayesinde görmediğimiz dostlara da uğramış olduk. Önce (Alamancı İskender’in işlettiği ) Mumkafe’de içtiğimiz kahve bahanesiyle bizim İskender’i görmüş olduk.
Sonra ver elini Fırat kitapevi.. Kitaplar kitaplar.
Ve her zaman yoğun olan, kültür adamları ile dükkân dolup taşan Kervan yayıncılıkta, hemşerim bizim Musa ‘ya merdiven üstünden de olsa selam verip doğru soluğu düşünür Mustafa Nevruz Sınacı ‘da aldık.
Hem “kitapsever” gurubu üyesini bir kitap dostu ile tanıştırmak hem de Mustafa beyin yeni çıkardığı alanında tek kaynak olan Almanak’ la ilgili kendisini tebrik etmek istedim.
Mustafa beyle “Şirin” hanımı tanıştırdım ancak sohbet uzayıp konular yayıldıkça Mustafa bey bir kez olsun “Şirin” hanım demedi. Hep “çiğdem hanım” dedi. Mustafa Bey nazik adam. İkramsız çevirmez misafirlerini. İkram için yerinden kalkarak bizden uzaklaşınca yanımda oturan “Şirin” hanım, “bana hep çiğdem diyor” diyerek isminin doğru iletilmesini arzu ettiğini belli etti.
Bende az sabır dedim. Ve Mustafa beyin ikramda çeşit seçme teklifine yüksek sesle ” Ben çay içerim ama, Şirin hanım hangisini ister bilmem “ deyince Mustafa bey olayı anladı.
Mustafa bey, “Ben Çiğdem deyip duruyorum. Nerden çağrışım yaptı bilmiyorum ama, çiğdemin kendine özgü rengi ve baharda ilk çıkan çiçek olması dolayısıyla zaten şirindir, her halde ondan dolayı ‘şirin’i çiğdem olarak aynı şeyi kast ederek söylüyorum” diye açıklık getirdi.
Ve başladık çiğdem üzerine konuşmaya.
Ben bizim çocukluğumuzda da yaşadığımız çiğdem toplama hikâyelerini anlattım. Anadolu’da eskiden yaşanmış ya da Orta Asya’dan getirilen adetlerin değişse de, özünü koruyarak yeni kültür içinde varlığını devam ettirdiğini verdiğim örneklerle ortaya koyunca, ikisi birden “ee üsdad bunları neden yazmıyorsun ki “ demezler mi?..
O zaman yeri geldi yazayım.
ÇİĞDEM TOPLAMA
Bizim memleketimiz Çorum’da kıştan ilkbahara geçerken tabiata ilk merhaba diyen çiçek, bizim yörede “ali gülü” bazi yörelerde “öksüz oğlan “denen beyaz çiğdemdir. Hemen birkaç gün ara ile onu sarıçiğdem takip eder.
Bu artık kışın, darlığın bittiği, bolluğun -bereketin başlangıcı baharın geldiğinin işaretidir.
Köyün çocukları, tek başlarına ya da arkadaşları ile hemen her gün çiğdem toplarlarda bir günleri çok özeldir.
Birlikte karar alırlar.
“Şu gün çiğdem toplayacağız..”
Çiğdem toplamak, onun “topucuk” denen köküyle tümünü çıkarmaktır.
Yoksa sadece çiçeğini koparmak değil..
Ellere toprağı kazarak çiğdem toplamak için sert ağaçtan yontularak elde edilen ve ismine “kiskiç” denen kısa çubuklar alınır.
“Kiskiç” ne kadar sağlam olursa , sizin toplayacağınız çidem de o kadar çok olacaktır. Aksi halde “kiskiç”, kırılır ya da çabuk körleşirse çiğdem toplama işiniz zorlaşır ve siz çiğdemi toplayamaz koparırsınız..
Köy çocukları- ki yaşları 5-10 arasında değişir- neşe ve hevesle bir araya toplanırlar
Küçükler izlemek için, büyükler belki de korumak için yanlarında dururlar.
Ama iş ve eylem orta yaş gurubunundur. Ne çok küçük ne de çok büyük..- sevinç ile daha önce belirledikleri ve çiğdemin çok olduğuna inandıkları bölgeye giderler.
Ve köy halkı çocukların çiğdem günü olduğunu çoktan duyup işitmiştir.Eğer çocuklardan ev işlerine yardım eden var ise onlarda o gün arkadaşlarına katılmak üzere izinlidir..
Böylece katılım en üst seviyede olur..
Toprağı kazarak “topucukları” ile birlikte çiğdemleri toplayan çocuklar, elerindeki çiğdemi yakınlarda bulunan karamuk büklerinden kestikleri karamuk dikeni dallarına, her biri bir dikene gelecek ama çiğdem topucuklarını deforme etmeyecek şekilde yerleştirirler.
Karamuk dalları sarı gelin gibi süslenir, taze çiğdemlerle
Omuzlara alınan çiğdemle süslenmiş karamuk dalı ile gurup olarak çiğdemden dönen çocuklar harp birlikte söylenen şarkılarla en yakından başlamak üzere evlerin kapısına dayanırlar..
Zaten evlerde ihtiyarlar sevgi ile, genç anneler endişe ve umutla kendilerini beklemektedirler..
Dedeler ve babalarda öyle ancak onlar, çocuklarının iş yapmış olmalarına sevinseler de daha çok ilgisiz numarasına yatarlar...Çocuklar serbest kalsın kendi işlerini kendileri yapsın diye..
Evinin kapısı çalınan ya da avlusuna girilen hane halkı sevinçle karşılar çiğdem alayını..
Yaşları biraz büyük olanların omuzlarında heybe ya da çantaları vardır.
Kendilerine çiğdem hediye edilen aile doldurur, hafif sağa ada sola dönülerek kendilerine doğru tutulan çanta yada heybeleri imkanları ölçüsünde..
Kimi bulgur, kimi yağ verir..
Kimi başka hediye
İmkanı olan daha çok verir..
Ama çocuklar fakir zengin ayrımı yapmazlar, çiğdem hediyesinde..
Çocukların bir avludan diğerine akışını görmelisiniz..
Hele de çiğdem alayına ilk defa katılan ve içinde kendi çocuğu olanların sevincini....Çocukları gidip kendi başlarına iş yapmış ve müşterek olarak bunu sergilemişlerdir..
Büyük mutluluk..
Toplanan bulgur, yağ gibi şeyler çiğdem pilavı içindir. Geri kalanlar iade edilmez, köyün bakkalında ya da ihtiyacı olan birine satılarak eğlencelik alınır..
Çocuklar birazda serbest olacakları bir alana, köy dışına yaktıkları ocakta pişirirler pilavı..
Kendi aralarında oynayarak, pişen pilavı ve aldıkları eğlencelikleri yerler..
Kalan pilav ile sevinç ve neşe içinde evin yolu tutulur..
Gelen zaten doyumluk değil tadımlıktır.
Birer kaşık ya vardır ya yoktur..Ancak bereket bolluk ve sağlık dilekleri ile kaşıklanır, büyükler tarafından dört gözle beklenen eve gelen pilav..
Ve bu adet zaman içinde değişse de farklılıklar oluştursa da binlerce yıldır sadece çocuklara has bir bayram olarak; bereketin, bolluğun gerçekleşmesi, gençlerin iş yapma, ortak karar alma ve uygulama gücünü sergilemesi adına devam eder gider..
Bizim memleketimiz Çorum’da kıştan ilkbahara geçerken tabiata ilk merhaba diyen çiçek, bizim yörede “ali gülü” bazi yörelerde “öksüz oğlan “denen beyaz çiğdemdir. Hemen birkaç gün ara ile onu sarıçiğdem takip eder.
Bu artık kışın, darlığın bittiği, bolluğun -bereketin başlangıcı baharın geldiğinin işaretidir.
Köyün çocukları, tek başlarına ya da arkadaşları ile hemen her gün çiğdem toplarlarda bir günleri çok özeldir.
Birlikte karar alırlar.
“Şu gün çiğdem toplayacağız..”
Çiğdem toplamak, onun “topucuk” denen köküyle tümünü çıkarmaktır.
Yoksa sadece çiçeğini koparmak değil..
Ellere toprağı kazarak çiğdem toplamak için sert ağaçtan yontularak elde edilen ve ismine “kiskiç” denen kısa çubuklar alınır.
“Kiskiç” ne kadar sağlam olursa , sizin toplayacağınız çidem de o kadar çok olacaktır. Aksi halde “kiskiç”, kırılır ya da çabuk körleşirse çiğdem toplama işiniz zorlaşır ve siz çiğdemi toplayamaz koparırsınız..
Köy çocukları- ki yaşları 5-10 arasında değişir- neşe ve hevesle bir araya toplanırlar
Küçükler izlemek için, büyükler belki de korumak için yanlarında dururlar.
Ama iş ve eylem orta yaş gurubunundur. Ne çok küçük ne de çok büyük..- sevinç ile daha önce belirledikleri ve çiğdemin çok olduğuna inandıkları bölgeye giderler.
Ve köy halkı çocukların çiğdem günü olduğunu çoktan duyup işitmiştir.Eğer çocuklardan ev işlerine yardım eden var ise onlarda o gün arkadaşlarına katılmak üzere izinlidir..
Böylece katılım en üst seviyede olur..
Toprağı kazarak “topucukları” ile birlikte çiğdemleri toplayan çocuklar, elerindeki çiğdemi yakınlarda bulunan karamuk büklerinden kestikleri karamuk dikeni dallarına, her biri bir dikene gelecek ama çiğdem topucuklarını deforme etmeyecek şekilde yerleştirirler.
Karamuk dalları sarı gelin gibi süslenir, taze çiğdemlerle
Omuzlara alınan çiğdemle süslenmiş karamuk dalı ile gurup olarak çiğdemden dönen çocuklar harp birlikte söylenen şarkılarla en yakından başlamak üzere evlerin kapısına dayanırlar..
Zaten evlerde ihtiyarlar sevgi ile, genç anneler endişe ve umutla kendilerini beklemektedirler..
Dedeler ve babalarda öyle ancak onlar, çocuklarının iş yapmış olmalarına sevinseler de daha çok ilgisiz numarasına yatarlar...Çocuklar serbest kalsın kendi işlerini kendileri yapsın diye..
Evinin kapısı çalınan ya da avlusuna girilen hane halkı sevinçle karşılar çiğdem alayını..
Yaşları biraz büyük olanların omuzlarında heybe ya da çantaları vardır.
Kendilerine çiğdem hediye edilen aile doldurur, hafif sağa ada sola dönülerek kendilerine doğru tutulan çanta yada heybeleri imkanları ölçüsünde..
Kimi bulgur, kimi yağ verir..
Kimi başka hediye
İmkanı olan daha çok verir..
Ama çocuklar fakir zengin ayrımı yapmazlar, çiğdem hediyesinde..
Çocukların bir avludan diğerine akışını görmelisiniz..
Hele de çiğdem alayına ilk defa katılan ve içinde kendi çocuğu olanların sevincini....Çocukları gidip kendi başlarına iş yapmış ve müşterek olarak bunu sergilemişlerdir..
Büyük mutluluk..
Toplanan bulgur, yağ gibi şeyler çiğdem pilavı içindir. Geri kalanlar iade edilmez, köyün bakkalında ya da ihtiyacı olan birine satılarak eğlencelik alınır..
Çocuklar birazda serbest olacakları bir alana, köy dışına yaktıkları ocakta pişirirler pilavı..
Kendi aralarında oynayarak, pişen pilavı ve aldıkları eğlencelikleri yerler..
Kalan pilav ile sevinç ve neşe içinde evin yolu tutulur..
Gelen zaten doyumluk değil tadımlıktır.
Birer kaşık ya vardır ya yoktur..Ancak bereket bolluk ve sağlık dilekleri ile kaşıklanır, büyükler tarafından dört gözle beklenen eve gelen pilav..
Ve bu adet zaman içinde değişse de farklılıklar oluştursa da binlerce yıldır sadece çocuklara has bir bayram olarak; bereketin, bolluğun gerçekleşmesi, gençlerin iş yapma, ortak karar alma ve uygulama gücünü sergilemesi adına devam eder gider..
.................
////////////////////////////////////////////
https://cavdarahimesudda.blogspot.com/2018/11/kurtulus-parki.html
https://cavdarahimesudda.blogspot.com/2018/11/kurtulus-parki.html
Ah Dile gelse..
1965 yılında ilk önce fidanlık olarak kurulan alan, daha sonra parka dönüştürülerek Kurtuluş Parkı diye ünlenen parkın Cebeci girişinde ki havuzun başında yek pare bir andenizt (Ankara) taşı vardır.
Bu taş için ne kavgalar edildi..
Ne hikayeler uyduruldu..
Kaldırılması hatta yok edilmesi için ne mücadeler verildi.
Korunması içinde ne nöbetler tutulup, canlar ortaya kondu...
Kimi
Bu taş Moskova da NAZIM HİKMETin mezar taşının aynısı diye kutsadı..
Kimi ise kin duydu..
Nice anlamsız kavgalara sebeb olup, millet boşa enerji tüketti..
Kimileri de
Bu taş, uzaydan geldi ... GÖKTAŞI diye hikaye uydurdu..
Şimdi mi?
Yorgan gitti kavga bitti misali
Kominizm çöktü...Ka vga bitti..
TAş da kurtuldu..kimsenin umurunda bile değil
.............
Kızılay’a gelirken Yol üzerinde geçerken
Dönemin aksiyon adamlarından
hukukcu,
siyaset üstadı,
Yazar,
Düşünür Mustafa Nevruz Sinaci beye uğradım.
Bu ülke nelerle uğraştı. Genç insanlar enerjilerini neyle harcadı diyerek şimdilerde anlamını yitiren “Taşı “ anlatınca
Dedi ki;
“ Biz orada onu savunmak için çok mücadele ettik. Nöbetler tuttuk.
Çünkü orada daha evel bir tak üzerinde Atatürk’ün
‘Türklüğün enbüyük düşmanı kominiizmdir. Görüldüğü yerde ezilmelidir’ vecizesi vardı.
Sonra o tak kaldırıldı Taşa yazıldı.O yazı şimdi duruyormu bilmiyorum..
Fakat..
Koministler, bunun kaldırılması için çaba sarfettiler.
Biz de korunması için..
Hatta dediler ki
Bu söz Atatürke ait değil.
Biz de İsviçre’de yazıların orijinal olup olmadığını değerlendiren bir kurum var. Oraya götürüp el yazısıyla yazılan bu vecizenin Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığını ispat ettik..”
Gerçekden de böyle bir yazı hemde ışıklı bir yazı Gençlik Parkı Girişinde TAK şeklinde dururdu..
1965 yılında ilk önce fidanlık olarak kurulan alan, daha sonra parka dönüştürülerek Kurtuluş Parkı diye ünlenen parkın Cebeci girişinde ki havuzun başında yek pare bir andenizt (Ankara) taşı vardır.
Bu taş için ne kavgalar edildi..
Ne hikayeler uyduruldu..
Kaldırılması hatta yok edilmesi için ne mücadeler verildi.
Korunması içinde ne nöbetler tutulup, canlar ortaya kondu...
Kimi
Bu taş Moskova da NAZIM HİKMETin mezar taşının aynısı diye kutsadı..
Kimi ise kin duydu..
Nice anlamsız kavgalara sebeb olup, millet boşa enerji tüketti..
Kimileri de
Bu taş, uzaydan geldi ... GÖKTAŞI diye hikaye uydurdu..
Şimdi mi?
Yorgan gitti kavga bitti misali
Kominizm çöktü...Ka vga bitti..
TAş da kurtuldu..kimsenin umurunda bile değil
.............
Kızılay’a gelirken Yol üzerinde geçerken
Dönemin aksiyon adamlarından
hukukcu,
siyaset üstadı,
Yazar,
Düşünür Mustafa Nevruz Sinaci beye uğradım.
Bu ülke nelerle uğraştı. Genç insanlar enerjilerini neyle harcadı diyerek şimdilerde anlamını yitiren “Taşı “ anlatınca
Dedi ki;
“ Biz orada onu savunmak için çok mücadele ettik. Nöbetler tuttuk.
Çünkü orada daha evel bir tak üzerinde Atatürk’ün
‘Türklüğün enbüyük düşmanı kominiizmdir. Görüldüğü yerde ezilmelidir’ vecizesi vardı.
Sonra o tak kaldırıldı Taşa yazıldı.O yazı şimdi duruyormu bilmiyorum..
Fakat..
Koministler, bunun kaldırılması için çaba sarfettiler.
Biz de korunması için..
Hatta dediler ki
Bu söz Atatürke ait değil.
Biz de İsviçre’de yazıların orijinal olup olmadığını değerlendiren bir kurum var. Oraya götürüp el yazısıyla yazılan bu vecizenin Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığını ispat ettik..”
Gerçekden de böyle bir yazı hemde ışıklı bir yazı Gençlik Parkı Girişinde TAK şeklinde dururdu..
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder