Yıldırım Bayazıt Mah birkaç hatıra ve Yıldırım
Beyazıt Camileri
9- 14 Ekim 20016 tarihlerinde Dışkapı
Hastanesinde "refakatçi "olarak misafirlik yaptık
Bu vesile ile geçmişten bazı hatıraları yad edip yeni bilgiler edindik.
1 - YILDIRIM BAYAZIT CAMİLERİ:
1972 de angara'ya gelince ilk gördüğümüz
mabetlerden birsi Dışkapıdaki Yıldırım Bayazıt Cammii idi
Henüz Kocatepe gibi dev camiler yapılmamıştı.
Bildiğim kadarı ile Angara 'da devlet/hükümet
eliyle yapılan/yapılmak zorunda kalınan Maltape caminden sonra iki minareli
olarak ikinci olan ve millet rafından meydanda yapılan en büyük camii idi.
Hacıbayram, millet camii olarak işlev gördğüğünden
devrin idarecileri; RESMİ ÖLÜLER için ayrı bir cami yaparak oradan ölülerini
MOZART ile yolcu etmek isterler. O nedenle de Maltape'ye iki minareli camii
kondururlar.
Dışkapı daki Yıldırım Beyazıd Camii de iki
minareli Cumhuriyet döneminde yapılan 2 cammidir.
1972 de ilk defa Cuma namazı için gittiğimiz
camiin eksikleri vardı.
İmamın Hutbede ; Camiin Minberinin mermerden
yaptırılacağını söyledi. Ve bunun içinde halktan yardım rica etti . Şu an
minberin 80 000 liraya mal olacağını belittiğini hatırlıyorum..
Nasıl olsa bölgeye gelmişken - ve de Hastane
mescidi o satte kilitli olduğundan belki büyük cami olduğu için erken açarlar
diye - çok yıllardır gidemediğimzi bu camiyi ziyaret edelim istedik.
Ve aşure gecesi, Camiye vardık.
Kimsecikler yok idi.
Birazdan bir genç geldi.
Selamlaştık.
Afganistandan iki gün önce gelmiş SAFDAR.
Safmı saf. temiz mi temiz bir Özbek genci
Henüz 20 yaşında . İş bulursa çobanlık
yapacak.
İkide bir camii cematini soruyor
İmam nezaman gelecek Ne zaman camiyi açacak
diyor..
Kimsecikler yok.
Ümitsizce ezan okunsun gelirler diyorum.
Biz onunla sohbet ederken gözümüze bankda
yatan biri ilişiyor.
Safdar; "Bu kim ?" diye endişeyle
soruyor.
Ben de " Tehlikeli " olmadığını.
"Boş vermesini" söylüyorum.
Fakat, bankda bir şeye iyice bürünüp yatan
kişi, kafayı kaldırarak;
"Sizinde benim gibi eviniz mi yok..
s... olun evinize gidin. Bana silahı çıkarttırmayın " diye tehdit etmez
mi?
Safdar endişeleniyor ama, onu da teskin
etmek üzere
Korkmadığımızı da gösteren bir ses tonuyla
- Yok bir şey. Sen rahatına bak. Yat diye
alttan alıyoruz.
Genç adam tekrar bürünüyor..
Bizde başka bir başka banka oturup ,
muhabbete devam ediyoruz.
Zaman zaman camii önünde ki yoldan gelip geçen
oluyor. Fakat camiye yönelen yok
......
Merkezi sistem “Ezan” okuyor.
Ezan başlamasıyla, bankda yatan kişi hışımla
kalkıyor.
Bahçe kapısını çıkarken dönüp,
"Yaşına dua et. Yoksa... " diyerek
hızla gidiyor.
Ezan bitmek üzereyken biriis geliyor.
Cemmat diye seviniyoruz ama sadece İmam
efendi.
Koskoca camii ve üç kişi.
Biri resmi görevli, biri Afganistandan
misafir Diğeri hastanede refakatçı..
Başka ne gelen ne de giden oluyor..
Aklıma esir illerden gelen Ataullah beyin
Hilafet merkezinde bir bayram gecesi Selatin Camilerinden birinde yaşadıkları üzerine
rahmetli Mehmet Akif'in yazdığı " UMAR MIYDIN" şiirinde anlatılanlar
geliyor.
100 yıl sonra ülkesi yakın zamanda işgale uğramış SAFDER ve ben aciz aynı
kederi 2016 AŞUR sabahı tekrar yaşıyoruz.
İki cematten biri yerli misafir biri
uzaklardan gelen kişi..
Çevre insan dolu. Ama camii boş.
Alemi İslamın hali meydanda...
Bir birinin boğazına sarılmış, başlarıana
göklerden ateş yağıyor.
Yer, ölüm kusuyor..
Zalimler, Yezitleri aratıyor.
Hüseyinler,
zulme kurban ediliyor.
Kadın, yaşlı, bebekler doğranıyor.
Şehirler viran..
Evler,. Mabetler, yer ile yeksan ediliyor
Haçlı her yerde cirit atıyor, rajon
kesiyor...
Ve...
Kurtuluş; hangi şafağa ..?
Namaz çıkışında ..
İmam efendiye;
"Böyle mi , olmalıydı" diyorum...
Hiç yorum yapmıyor.. İşini yapmanın
"huzuru" ile bizden ayrılıyor..
Ve Safdar'ada veda edyoruz...
Altındağ'ın izbe sokkalarında uzaklaşıyoruz....
.....................
Yatsı namazı saati....
Gödüz gözüme ilişen yakındaki başka bir
camiyle tekrar Yıldırım Bayazıt camiine gitme konusunda teredüt ediyorum.
Bir de o satte görme arzusu ile tekrar
meydandakine yöneliyorum.
Yatsıda cemmat 9-10 kişiyi buluyor.
İmam, çıkışda bu defa başka bir Afganlı ile
konuşuyorak epeydir görnmediğini soruyor.
O da
Caminein hemen karşısındaki binalardan
birinde oturduğunu işaret derek ;
- Ev sahibi belediyeye sattı... Biiz çıkardı.
Bende çarşıdaki camiye yakın yere taşındım
" diyor.
Benim gideceğim camiyi tarif ediyor.
Sabah..
Uzaktan gördüğüm o camiye yöneliyorum
meğer oranın adıda YILDIRIM Beyazıt imiş
Tek farkla
Biri 1950 de yapılmış, Yıldırım Beyazıt
"Eski" camii..
Diğeri 1970 de yapılan Yıldırım Beyazıt
"Yeni" camii..
İkiisi de ismini Mahallenin adı olan Yıldırım
Beyazıd'dan almışlar.
Bu caminin cemmati hakikaten diğerinden çok.
Ve bölgenin yeni nufus yapılanması camiye de
yansımış.
Arap, Zenci vs yabancılar.
Çeşitli bölgeden yerli sakinler..
Yeni gelmiş yada yolculuğa çıkmak üzere olan
tekerlekli valizleri ile kadın- erkekli insanlar Namaza gelmişler..
.....
Hastane bahçesinde barınan köpeklerin adeta
bacaklarımıza sürterek geçerek yeni yeni rızık aramak için sokaklara dağılmaları
esnasında refakatçisi olduğumuz hastanın yanına dö nüyoruz.
3. Şimdilik dünya mekanında miisfir olduğumuz
yer, Ahimesud /Alsancak mah. Orada da bir Yıldırım Beyazıt Camii var.
Bölge isız, kuş uçmaz kervan geçmez iken
Gecekondular yapılır ve mahalleye Şırıncık
tepeden ve de her gün yaşanan kavgalardan dollayı ŞIRNAK mahallesi denirken
Camii , ZEHRA Vakfı Kültür Merkezi olarak
tasarlanmış. Temelide atılmış..
“28 Şubat”, karabasan misali ülkeye çökünce
Camii de nasibini almış..
O günün idaresi “el koymuş”. Faliyet durmuş.
ZEHRA Vakfı başkanı İzettin YILDIRIM bir
menfur cinayete kurban edilmiş.
Sonrasın da bir “yol ve yöntem” bulunmuş,
hayır sahipleri el vermiş, Camii yapılmış.
Camiiyi başlatan kişide unutulmasın diye
ismi yaşatılmak üzere yine bir “yol ve yöntem” bulunmuş ve adı YILDIRIM Beyazıt
Camii olarak kayıtlara geçmiş.
Böylece angaraya il geldiğimizde
Ve ahir ömrümüzde karşılaştığımız YILDIRIM
Beyazıt Camileri ile gecekondu ile sarılan Altındağ’ın eteklerine imarla ihya
edilen YILDIRIM BEYAZIT Mah ilk yapılan cammiyede denk gelmiş olduk.
Nasip—Kısmet..!
//////////////////////////////////
MEVKİ ve GÜLHANE
Ve İlk muayene/kontrol olduğumuz hastane
MEVKİ
Dışkapı, aydınlık kavşağında o günlerde
ismini İSTANBUL’dan alan görkemli GÜLHANE hastanesi vardı.
Onun hemen yanın dada MEVKİ hastanesi.
İkiside askeri hastane...
Fakat ...
Gülhane de sadece Üstsubaylar ve Subaylar,
muayene /tedavi olurken
MEVKİ, astsubay ve erlere tahsisli idi.
Sonradan ETLİK semtine daha büyük, daha
donanımlı ve görkemli GÜLHANE yapılarak oraya taşınacaktır.
MEVKİ, ise hala yerinde sayacak......
Gün gelecek 15 Temmuz darbesi olacak...
Gerek GÜLHANE gerekse MEVKİ tümüyle millete
tahsis edilerek hiçbir ayrımolmadan tüm vatandaşların hizmetine verilecektir.
İlk muayene/kontrol aoduğumuz MEVKİ Askeri
hastanesi artık bir zamanlar Dışkapı SSK olarak bilinenn Dışkapı Yıldırım Beyazıt
Araştırma ve Eğtim Hastanesinin bölümü olarak faaliyetini sürdürecek.
////////////////////////
PTT ve TÜRKTELEKOM BİNALARI
Angara’nın tam ortasına Altındağ tepelerine
eşdeğer cesametle oturan Türktelekom binası, herkesin dikkatini çekiyor.
TÜRKTELE KOM denmesine bakmayın OSMALI
BANKASI ne kadar Osmanlı ise TÜRKTELEKOM da o kadar TÜRK.
PTT’in Telefonunu alarak devleşen TÜRKTELEKOM,
elden ele dolaşmaya devam ediyor
Zamanında PTT, Angara’nın çevre yolu sayılan
Samsun Asvaltı üzerine Yenidoğan semtinde dev bir işna ederek içini modern
cihazlarla donatmıştı.
TÜRKTELEKOM, hala ayakta ve o günün Angara’sının
en yüksek en büyük binalarından birisi konumundaki PTT binası yanına inşa ettiği
dev bina ile Angara’ya yukardan bakıyor.
Bizi de öğrenicilik sıralarında teknolojinin
geldiği seviyeyei göstermek üzere PTT’nin yeni inşa ettiği devasa binayı
ziyarete götürmüşlerdi.
Şakur şukur role seslerinin yankılandığı
binayı gezerken birden gök yarıldı, adeta ırmaklar boşandı.
Şidetli yağmurdan bina da mahsur kaldık. başlanan
O sıralarda binalarda akkor lamba yerine
yeni yeni kullanılmaya başlanan florasan lambalar adeta mavi yanıyordu.
Zira yağmur esnasında her yeri bir kızıllık
basmış, sokaklar, çatılar kıbkırmızı olmuştu.
Yer yüzü, kırmızı çamurla kaplanmıştı.
Her yer küçük küçük kurbağ yavrusuyla
doluydu.
Ne oluyordu?
Ürkütücü ve ilginç bir durum.
Sonrasında bu durumu radyolar; “ Afrika çöllerinden
(Cezayir dense gerek) kalkan toz bulutlarının Ankara üzerinde yoğulaşarak yağmurla
birlikte yere indiğini “ söyleyerek açıklıyorlardı.
Hayatımda bir daha da böyle bir tabii olayla
karşılaşmadım.
//////////////////////
AFGANLI ABDULBAKİ BEY.
Hasatane çevresinde selamladığımız ve çorap,
başlık satan yaşlı beyin nezaketle selam alışı dikkatimizi çekiyor. Tavırları
;Bölge yapısına uymuyor.
Tanışıyoruz.
O da Afganistan dan Özbek, yani Türk.
Muhabbet diyoruz
Gerek Raşit Dostum gerekse Afganitan
konusunda bilgileniyoruz.
ABDULBAKİ BEY, Afgan siyasi tarihini çok iyi
biliyor. Yakın tarihi zaten bizat yaşamış bir ulu çınar..
“Raşit Dostum’a kadar Afganistanda ÖZBEK
ismi ve varlığı silinmiş bilinmez olmuştu.
Dostum, Özbek ismini zirveye taşıyarak varlığımızdan
herkesi haberdar etti “ diyor.
Konuşması sırasında Osmanlı’dan “Atababamız”
diyerek saygıyla bahseden ABDULBAKİ Bey,Timur’u, Babür şahı, Selçuklu’yu anarak
bizi zaman tüninde dolaştırıyor.
Bir ara da “konuştuklarını anlıyorsunuz değil
mi*” diyerek bizi test ediyor.
Biz de “sizde Türkçe konuşuyorsunuz. Bizde..
Niçin anlamayalım.?
Fakat Anadolu insanı bile farklı illerde
konuşulanı anlamaz hale geldi/getirildi. 30- 40 yıl öncesi konuşmalar için
tercumana ihtiyac duyuyor.
İnşallah ayrı millet oldukları halde
birbirinin dilerini bilen Avrupalılar da olduğu gibi aynı milletin evlatları
olarak Özbek, Azerbaycan, Kerkük ve anadolu Türkleri de her biri kendi lehçeleri
ile konuşsalar da bir birlerini anlar hale gelirler “ diyoruz..
“İnşallah” diye o günlere özlemini dile
getiriyor..
/////////////////////
KİTAP; YASAK
Ve..
Kitap’dan kopuş/ kaçış..
Başka bir
hastanene mescidindeki ilan//ikaz.
Acaba “mescide bırakmayın” kitap dönemin
ruhunumu yansıtıyor.?
Yorum; zamanın şahitlerinin...
//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
NOT:
Rus ordusunda askerlik yapmış olan Ataullah
Behaedddin'inSebilürreşaddergisinde 3 Ekim 1918 tarihliSebilürreşad/372. sayısında
yayımlanan
Bayramda niçin ağladım?
adlı yazısı üzerine Mehmet Akif Ersoy , çok
duygulanarak “Umar mıydın?” şiirini yazar ve aynı dergide 3 sayı sonra 24 Ekim
1918'de çıkar .
BAYRAMDA NİÇİN AĞLADIM?
Bi't-tab' hassas gönüllü olan adama her şey
tesir eder; o hassasiyet daima onu ağlatır yahut güldürür.
Daha beşikte iken ebeveynim Müslümanlık
hissiyatını kalbime telkin etmeye başladı.
Sonra mektebe, medreseye gidince, oradaki üstadlarım,
okuduğum kitaplar, mütalaa ettiğim edebiyat, yaşadığım muhit; Hâsılı her şey bu
hissiyatı takviye etti, İslam muhabbetini kalbime yerleştirdi.
Bu terbiyenin tesiri, bu hissin saikasıyladır
kiömrümün beşte bir kısmını İslam'a düşman bir memleket ordusunda geçirdiğim
halde, papazlar Hıristiyan askerleriyle muzafferiyet duaları yaptıkları bir
zamanda, ben ve benim ırkdaşlarım "Allahümme'nsuri'l - İslam"(Allah'ım
Müslümanlara yardım et)dualarını tekrar eder dururduk.
Tarih, vukuatın tekerrüründen ibaret olduğu
gibi,tali' de mukadderatın tebeddülünden ibarettir.
İşte tali' beni bugün İstanbul'da
bulunduruyor.
Bugün bayram.
Müslümanların mukaddes bir günü, Darülhilafe'de
bulunuyorum.
Çocukluğumdan beri beslediğim emel, bugün
tahakkuk ediyor.
Kaç yıldır ben bu günün iştiyakıyla mütehassis
idim.
Üç yüz milyon Müslüman'ın merkez-i Hilafeti
olan İstanbul'da bayram namazı kılmak, benim için en büyük emel, en mütehassiri
bulunduğum bir saadet idi.
Çocukluk zamanlarımda babamla beraber bayram
namazına gidiyorduk.
Şimalin karanlık ormanları içinde bulunan köyümüzün
camiine girdirdiğimiz zaman, evimizin duvarında asılan Ayasofya cami-i şerifinin
resmi gözümün önüne gelir onun hayaliyle kendimden geçerdim. “Bayram namazı kim
bilir nasıl kılınır?” diye tehassürümü babama söylerdim. O da:
-Ömrün olursa, yavrum, belki İstanbul’a
gider görürsün…>> derdi.
Bugün hep o hatıralar canlanıyor, cananına
kavuşan bir hasretzede süruruyla sermest bulunuyorum. Hava da ne güzel! Ne
latif cenup bir rüzgâr esiyor! Her taraf bayraklarla donatılmış, Nabi’nin dediği
gibi:
Ne kadar âlemi devr etse sipihr
Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr
Arkadaşlarımdan birisiyle onun arzu ettiği
camie gidiyoruz.
Kalbim pek heyecanlı.
Hazret-i Halife’nin diyarında bulunuyorum.
Merkez-i İslam olan İstanbul camilerine
gidiyorum.
Kimbilir, ne yüksek sözler işiteceğim, ne
heyecanlı mev’izeler dinleyeceğim, ne münevver İslam simaları göreceğim!...
Bu hislerle camie girdim.
Bir de ne göreyim, bütün cami askerle dolu.
Askerden başka kimseler yok.
Bila-ihtiyar sordum:
-Bu ne hal? Bu cami askerlere mi mahsus?
-Hayır efendim!
-Yoksa adamlarınız hep asker mi?>
-Hayır efendim!
-Ne garip hal. Asker olmayanlarınız camiye
gitmiyor mu?>
Her ne ise tekbirler tekrar edildi.
Nihayet yavaş yavaş hatvelerle minbere gelen
sarıklı bir efendi, Müslümanların kim bilir kaçıncı defa olarak kılmakta
oldukları bayram namazının niyetini ve ne suretle kılınacağını tarif etti.
Uyumuş olan ahali derhal kalktı.
Namaz kılındı.
Birkaç söz hutbe okundu.
Âmin dendi, oldu bitti.
Sordum:
-Va’z ü nasihatler, Müslümanları faaliyet ve
saadete davetler, müessesat-ı hayriye ve evlad-ı şühedaya iane toplamalar…
Biz gelinceye kadar hep olmuş bitmiş mi?
-Hayır efendim.
Camiden çıktık.
Odama avdet ediyordum.
Zihnim şu suale cevap vermekle meşgul! Acaba
hangileri şeriat hadimi: Her cum’a ve bayram namazlarında minber üzerinden
saatlerce Kur’an’ın esrarını tebliğ ve telkin eden, dini nutuklar iradıyla
millete rehberlik eden, milyonlarca ianeler toplayarak eftal-i müslimin için
mektepler, medreseler tesis eden Şimal millet-i mahkumesi imamları mı? Yoksa şimdi
metbuum olan şu imam efendi hazretleri mi?
Bu hal beni çok müteessir etti.
Odama geldim.
Kapıyı kapadım.
Ağlamaya başladım.
O gün akşama kadar İslam’ın garipliğine,
Müslümanların inhitatına ağladım, ağladım, ağladım…
Şimal Müslümanlarından
Ataullah Behaeddin
UMAR MIYDIN?
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çöken İslâm'a İslâm'ın diyârında?
Umar mıydın ki: ma'betler, ibâdetler yetîm
olsun?
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?
Umar mıydın: cemâat bekleyip durdukça
minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın
mermer?
Umar mıydın: tavanlar yerde yatsın rahneden
bîtâp?
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın
mihrâp?
Umar mıydın: o, taş taş devrilen, bünyân-ı
mersûsun,
Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem
tutsun?
İşit: on dört asırlık bir cihânın inhidâmından,
Kopan ra'din, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!
Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her
yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin
âlem!
Ne hüsrandır ki: doldursun bugün tevhîdin
enkâzı,
O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!
Gezerken tavr-ı istîla alıp meydanda bin münker,
Şu milyonlarca îman "nehye kalkışsam"
demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bil'ma'rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her
yerde..
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik
perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak
meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî,
emeller hâr;
Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb
olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türâb
olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar
kesilsin lâl..
Bu izmihlâl-i ahlâki yürürken, durmaz istiklâl!
Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın,
inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc
oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran
yurdu.
Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl?
Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev'ûd olan
rahmet,
Nasıl hâsir kalır "tevfıki
hakkettim" diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerim el yok mu,
tutsun da,
Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i
maksûda?
Mehmet Akif Ersoy
(1873 - 1936)
İstanbul, 24 Teşrinievvel 1334 (1918)
( Safahat, Yedinci kitap - Gölgeler- Sahife: 455 )